KELOĞLAN İLE BALIK
Bir gün Keloğlan odun kesmek için ormanın yolunu tutar. Giderken “imdaat, beni kurtarın!” diye bir ses duyar. Sağına bakar soluna bakar kimseyi göremez. Aynı sesi tekrar duyar. Bakınırken bir de ne görsün! Toprağın üstünde bir balık “imdaat beni kurtarın!” diye bağırıyor. Meğerse balığı sudan çıkarmışlar. Kendini suya atacak birisi duysun diye bağırıyormuş, Keloğlan balığı suya atar.
Balık:
– Keloğlan benim hayatımı kurtardın. Sana minnet borçluyum. Sana hediye vermek istiyorum. Dağdan dönüşte bana uğra sana bir şey söyleyeceğim, der. Keloğlan dağdan döner. Suyun yanına gelir. Balık suyun kenarındadır. Balığa:
– Dönüşte bana uğra demiştin. Geldim, söyle ne diyeceksin?
– Şu dağı görüyor musun?
– Evet görüyorum?
– O dağın arkasında bir torba var. Falan yerde, git onu al, ihtiyacın olunca: Açıl susam açıl! dersin açılır. İhtiyacını karşılarsın. İhtiyacını karşılayınca: Kapan susam kapan! dersin kapanır. Fakat bu sırrı kimseye söyleme ki çaldırırsın, der.
Keloğlan dağın arkasındaki torbayı alır. Eve getirir. Eve gelince anasına:
– Ana, ana! Bana bir balık bunu verdi, der. Anası:
– Keloğlum, keleşoğlum! bir balıktan ne beklenir. Nedir onun içindeki diye merak eder.
Keloğlan :
– Açıl susam açıl dersin açılır. Her istediğini verir. Kapan susam kapan deyince kapanır der. Keloğlan anasının yanında bunları söyler ve kocaman bir sofra açılır. Görmediklerini ve yemediklerini yerler. Karınlarını iyice doyururlar.
Keloğlan anasına:
– Ana ben bunu komşulara göstereceğim, der.
Anası:
– Keloğlum, bundan kimsenin haberi olmasın. Sır saklamasını bilmelisin. Yoksa çalarlar der.
Keloğlan anasını dinlemez, gider komşuları çağırır, olanları anlatır. Torbayı gösterir açıl susam açıl der her istedikleri gelir. Komşularla birlikte yerler içerler. Kötü komşulardan birisi Keloğlan’ı kıskanır ve torbanın aynısını yapar, Keloğlanın sihirli torbası ile yer değiştirir.
Ertesi gün Keloğlan karnı acıkınca torbaya:
– Açıl susam açıl! der torba açılmaz. İki kere daha der yine açılmaz. Keloğlan tekrar ormanın yolunu tutar. Suyun kenarına gelir. Balığa der ki:
– Balık, balık! Senin verdiğin torba birinci gün çalıştı. İkinci gün pıss… der.
Keloğlan sana bir torba daha var, aynı yerde git onu al. Ama kimseye gösterme, sırrını söyleme der. Keloğlan gider aynı yerden ikinci torbayı da alır eve getirir. Anasına:
– Ana ana! Balık bana bir torba daha verdi, der. Keloğlan ikinci torbayı da açar bakar ki bir de ne görsün? Sihirli bir değirmen. Çevirdikçe para çıkarıyor. Anası:
– Keloğlum, bunu bari kimseye gösterme, çalarlar yine parasız kalırız der. Keloğlan balığın da anasının da sözünü dinlemez yine komşuları çağırır. Sihirli değirmenin hünerlerini gösterir. Kötü komşu kötü bir değirmen yaparak, sihirli değirmeni ile yer değiştirir. Ertesi gün Keloğlan değirmeni çevirir çevirir para çıkmaz. Yine ormanın yolunu tutar. Balığa:
– Balık, balık ! Senin verdiğin değirmen birinci gün iyiydi, ikinci gün pıs…. Balık bu sefer kızar:
– Bak Keloğlan, bu son şans. Yine aynı yerde bir torba daha var. Git onu al. Dediklerimi yap der. Keloğlan eve gelir anasına:
– Ana ana! Bak bana balık bir şans daha tanıdı der. Keloğlan üçüncü torbayı da açar ve içine bakarlar ki bir tokmak. Bu tokmak, vur tokmadığım vur! deyince çalışır. Dur dokmağım dur deyince durur. Balık bu tokmağı hırsızları cezalandırmak için vermişti. Keloğlan tokmağı anlatmak için komşularına gösterir. Vur tokmağım vur deyince tokmak kötü komşunun başına vurmaya başlar. Onu eşek sudan gelinceye kadar döver. Keloğlan:
– Demek bütün sihirli torbalarımı sen çaldın? ha! Der. Kötü komşu:
– Hayır ben çalmadım, dedikçe tokmak vurur.
Sonra:
Evet ben çaldım, toprağın altına gömdüm. Gider bakarlar ki sofra çürümüş, değirmen paslanmış.
Bu sırada tokmak Keloğlan’ın başına da vurmaya başlamış. Keloğlan acısından tokmağı nasıl durduracağını unutmuş. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yer. Sır tutmamanın ve anasının, büyüklerin sözünü dinlemememin cezasını çeker.
Evet, sizde büyük sözü dinlemez ve gerekli yerde sır tutmazsanız başarılı olamazsınız.
KELOĞLAN VE SAZI
Bir varmış, Bir yokmuş Evvel zamanların birinde bir Keloğlan, keleş Oğlan varmış.. Anasıyla beraber köyde fakirane bir hayat sürerlermiş..
Fakirlik adeta yazgılarıymış.
Onca yıl, anası bu fakirlikten kurtulmak için çok uğraşmış, ama, bir türlü kurtulamamış.
Keloğlan ne mi yaparmış?
Birkaç keçi ile bir de eşeği varmış. işte her gün, gün doğarken eski püskü evinden çıkar, meralara, çayırlara uzanır, eşeği ve keçilerini bir güzel doyurduktan sonra, türkülerle, şarkılarla evine dönermiş.
Keloğlan’ın arkadaşları, kendisini her gördükle rinde:
– Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı, diyerek dalga geçerler, bir de kahkahalarla kendilerinden geçerlermiş.
Her keresinde, şikayet dilli olarak, bütün bunları anasına aktarınca, işittiği sözler ekseriya şöyle olur muş:
– A benim biricik oğulcuğum, ne yapalım? Bizim de kaderimiz böyleymiş. Gelen giden ne olsa söyler. İnsanların ağzı torba değil ki büzeyim. Üzme tatlı canını, hem de bu ihtiyar ananı.
Keloğlan, bu sözlere itiraz etmiş:
– Hayır ana, arkadaşlarımın lafları çok dokunu yor bana. Yarından tezi yok ineceğim kasabaya. iş bulacağım kendime, çok para kazanıp döneceğim evime. Görsünler neymiş Keloğlan…
Ne yapsın, ne desin anası:
– Peki oğlum, madem öyle düşündün. Bildiğin gibi yap, ama, beni de unutma. Yolun açık olsun.
Vurmuş kasabaya Keloğlan. Tuvalete gitmiş, bekçinin yerinde olmadığını görmüş. Fırsatı değerlendirmiş. Gelenlerden aldığı parayı cebine atmış. On beş kuruş, para kazanmış. Bir miktar yiyecek ve yün almış. Evine gelmiş.
– Ana, demiş, işte yiyecekler. Şu da yün. Eğir, çorap yap, satayım.
Şikayetlenmiş anası:
– Gözlerim görmez oldu Keloğlanım. Yapamam, anla beni.
Tabii, nihayet anası. Susmuş.
Hâlâ arkadaşları takılırlarmış.
– Yaşlı ködının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı.
Bu gibi laflara, artık daha Fazla dayanamayan Keloğlan, ne yapıp edip, şu fakirlik belasından kurtulmaya yemin etmiş. Birçok plan, program yapmış, amma bunların hemen hepsi kocaman birer hayalmiş.
Bir akşam köyde bir düğün varmış.
Keloğlan anasından izin alıp düğüne gitmiş.
Bir delikanlı, elinde sazı çok güzel türküler söylermiş. Halk adeta keyfinden yerlere yatarmış. Türküler bitmiş, herkes delikanlıya bahşiş vermiş. Bir bohçayı dolduran delikanlı, bu türkülerin üstüne bir türkü da ha söylemiş.
Keloğlan, bayılmış bu işe.
Bu sazcı gibi saz çalıp türkü söylemeye heveslenmiş.
Böylece çok bahşiş atıp anası ile birlikte fukaralığa son vermek istermiş. Önce, bir saz gerekiyor tabii. Parası yokmuş ki, gidip bir saz alsın. Arkadaşı yokmuş ki ödünç istesin. Dedesinden kalma bir dut ağacı varmış. En kalın dalını kesmiş, götürmüş bir saz ustasına.
– Ustam, demiş, büyük hayır alırsın, bana bir saz yap, işte dut dalı.
– Önce para, önce para Keloğlan, diye söylenmiş adam.
– Yok, karşılığını vermiş bizimki.
– Öyleyse, benden de saz yok, hadi yaylan bakalım, diyerek, sözünü bağlamış adam.
Lakin, kafayı bir kere takmış ya Keloğlan, üstelemiş.
– Bir sazlık dal getireyim sana, olur mu?
– Hah demiş, kelini şimdi çalıştırdın, beni de razı ettin. Sazını üç gün sonra gel ol. Ama gelirken de bir sazlık dut dalı getirmeyi unutma, yoksa avucunu yalarsın.
Hoplaya zıplaya çıkıp gitmiş Keloğlan, şimdiden eline aldığı değneklerle saz çalma provaları yaparmış. Üç gün sonra, dut dalını da alıp saz ustasının dükkanına varmış. Ama saz çalmayı bilmediği için, yalvarmış.
– Ey ünlü sazcı, gel de bana acı. Budur derdimin ilacı, hem de başımın tacı. Kurbanın olam senin, şu sazı öğret…
Usta
– Ulan Keloğlan, iyi günüme denk geldin, illaki beni mecbur ettin… Otur bakayım şuraya, demiş ve tarif etmiş.
Saz çalmayı kısa sürede öğrenen Keloğlan, her sabah önüne kattığı keçileri ve eşeğiyle akşamlara kadar saz çalıp, türkü söylermiş. Tın tın tellere vurur, hop oturur hop zıplarmış.
Fakat henüz köylüleri, onun ne güzel saz çalıp, türkü söylediğini bilmezlermiş. Bu nedenle hep alay ederlermiş.
Keloğlan, böyle söyleyenlere şöyle dermiş:
Gülün ey insanlar siz gülün
Ne getireceği belli olmaz yarınki günün
Gülün ey insanlar siz gülün
İyi bir saz ustası olayım da görün.
Sabrın elinden ne kaçabilir!.
Keloğlan, artık yavaş yavaş düğünlere gitmeye, saz çalıp türkü söylemeye başlamış.
Hâlâ ciddiye almayanlar varmış. Onlara da şöyle demiş:
Alay etmeyin öyle benimle
İşim olmaz artık sizinle
Sazımı alacağım bakın elime
Paraları atacaksınız cebime.
Yine kahkahalar, köyün semalarında dalgalanmış. Buna sinirlenen keloğlan, almış sazı eline, vurmuş yanık teline.
Ben bir garip Keloğlanım
Eşeğimin yok palanı
Varım yoğum doğruluktur
Hiç de sevmem ben yalanı.
Tabii, bir süre sonra bahşişler gelmeye başlamış. Cepleri almaz olmuş.
Doğru anasına koşmuş. Anası nasıl sevinmesin ki…
Böyle düğünlere gide gide, artık ünlü bir türkücü ve sazcı olmuş Keloğlan.
Anası bir gün,
– Ah Keloğlanım, görüyorsun artık perişanım, demiş. Gözlerim görmez, ellerim tutmaz oldu. Ocağımızda bir gelin olsa da, ben bir kenara çekilsem. Ha! Ne dersin dazlak kafalı oğlum?
Keloğlan acımış anasına.
– Benim öyle biri aklımda yok ana, senin varsa söyle, demiş.
Anası bir kızı önermiş:
– Küpçü Ali’nin kızı tam bize göre…
– Olmaz ana, diye karşı çıkmış oğlu, olmaz. Küpçü Ali çulsuzun biri. O dediğin kızı kendime karı, sana gelin yapmayacağım.
Anası, boynunu bükmüş:
– Ah saf oğlanım, vah Keloğlanım! Zengin kapısı bize açılmaz. Bırak bu ham hayali, görüyorsun işte bu halimi.
Ne yapsın Keloğlan, anasından geçememiş.
– Peki, sırf seni kırmamak için, ses çıkarmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle olsun.
Kadıncağız belini tuta tuta gitmiş, Küpçü Ali’nin kapısını tıklatmış.
– Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğluma eş, kendime gelin yapmaya geldim, demiş.
Küpçü Ali, kötü kötü sırıtmış.
– Bak sen bizim Keloğlan’ın anasına. Var git işine be kadın. Yemeye ekmeğiniz yok, bir de gelmişsin kapıma kız istiyorsun.
Bu sözleri kapı aralığından dinleyen kız, çok üzülmüş. Çünkü bir düğünde saz çalıp türkü söylerken gördüğü Keloğlan’a aşıkmış. Ama, hiçbir şey diyememiş, çünkü babasından çok korkarmış.
Kadın, evine dönünce halinden anlamış oğlu ve konuşmuş.
– Ana ne bu halin, vermedi mi yoksa kızını Küpçü Ali?
Ağlamış ihtiyar kadın:
– Kovdu beni, sen önce yemeye ekmek bul, dedi.
Keloğlan, bu olaya üzülmemiş doğal olarak. Fakat, zenginlik neymiş, nasıl olurmuş, gösterecekmiş Küpçü Ali’ye.
Eşeğini çıkarmış ahırdan, sazını vurmuş omzuna, öpüp anasının ellerinden, duasını almış.
Eşeğine binip yollara düşmüş.
KIYMETLİ TUZ
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.
Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, sen de babasın, bana kıyma demiş.
Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.
Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.
Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.
O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.
Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
KONUŞAN AĞAÇ
Çok, ama çok eskiden, güzel bir yaz günü kadı efendinin kapısı vuruldu. Gelenler iki kişiydiler. Hallerinde telaş ve heyecan vardı. Yaşlıca olanı söze başladı..
“- Ey kadı efendi, ey adalet dağıtmakla görevlendirilmiş hâkim! Lütfen beni dinleyiniz. Bir yıl kadar önce Hacca gitmeye niyetlendim. Yol hazırlıklarına başladım. Değeri yüksek, kıymetli bir yüzüğüm vardı. Yolda kaybolmasın diye getirip bu arkadaşa verdim. Çünkü hem kapı komşumuzdu, hem de ona çok güveniyordum. “Al dedim, bu yüzük sende emanet olarak kalsın. Dönersem alırım.” Sözü fazla uzatmaya gerek görmüyorum efendim..
Üç gün önce memleketime döndüm. Yüzüğümü istediğimde “Ne yüzüğü, ben senden hiçbir şey almadım” diye inkar etti. “Şahidin yok, senedin yok…” diyor. Böyle müslümanlık olur mu kadı efendi.. yalan yere yemin etmek, emanete hıyanetlikte bulunmak münafıklık değilse nedir?..”
Kadı efendi yaşlı adamın sözlerini dikkatle dinledikten sonra genç olana döndü:
“- Peki dedi, sen ne diyorsun bu iddiaya? Yüzüğü aldın mı gerçekten?” Genç adam şaşırmış gibi gözükerek:
– Ne diyeyim kadı efendi dedi. Yalan söylüyor. Maksadı sizi aldatmak. Ben yüzük filan almadım. İftiranın böylesi de görülmüş değil. Tek delili yok. Tek şahidi yok!”
Kadı efendi bir süre düşündükten sonra yaşlı adama döndü. Zavallı neredeyse ağlayacak gibiydi..
– Beni dinle dedi. Senin yüzük havaya gitti galiba. Şahidin ve delilin yok. Söyle bakalım yüzüğü nerede verdin?” Yaşlı adam: – Güneşli bir gündü diye şöze başladı. Yolun kenarında bir ağaç vardı. Çevremizde de kimseler yoktu. Orada vermiştim. Ne bileyim böyle inkar edeceğini.” – Yaa, diye mırıldandı kadı. Öyleyse git ve o ağaçtan bana bir dal getir. Kimbilir, belki Allah o dalları konuşturur da kimin haklı kimin haksız olduğu ortaya çıkar. Sen gidip gelene kadar bu adam da yanımda beklesin…”
Yaşlı adam emri yerine getirmek için hemen çıktı. Ne var ki aradan çok uzun bir zaman geçtiği halde dönmedi. Kadı efendi de, genç adam da beklemekten sıkıldılar. Sonunda kadı:
-Nerede bu adam diye mırıldandı..Gideli iki saat oldu ama hâlâ dönmedi?” Genç adam tedbirsiz davranıp söze karıştı:
“- Kanât taksa bile hemen dönemez efendim dedi. Çünkü o ağaç epeyce uzakta…” Kadı bunları duyunca öfkeyle ayağa fırlayıp bağırdı:
– İşte dedi, yalan söylediğin ve yüzüğü al- dığın ortaya çıktı. Kurduğun tuzaklar boşa gitti.
Eğer yüzüğü almamış olsaydın, o ağacın ne kadar uzakta olduğunu da bilmezdin. Gördün değil mi, ağaçlar nasıl konuşuyormuş… Hiç duymadın mı sen, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Hemen yüzüğü getirip teslim et…”
KURT İLE TİLKİ
Bir leylek geçiyormuş bereket versin,
Allem kallem anlatmış derdini;
Koşmuş imdadına leylek.
Kuş değil cerrah mübarek;
Gaga dersen makastan iyi.
Soktuğu gibi gırtlağına,
Çıkarıvermiş kemiği.
Tamam, deyip ücretini istemiş.
Ne ücreti? Demiş kurt.
Alay mı ediyorsun babalık?
Canını kurtardığım yetmiyor da
Bir de ücret ha?
Ağzıma girmişken kafan,
Bir kapsam ne olurdun?
Bu ne nankörlük be!
Çekil git, bir daha da elime düşme
KÜÇÜK BEYAZ BULUT
Küçük beyaz bulut dağların üzerinde gülümsedi. Armut ağacının gölgesinde yatmakta olan Hasan, gözlerini küçük beyaz buluttan ayırmadan kardeşi Esma’ya seslendi:
– “Esma bak, buluta bak buluta.”
Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.
– “Benim de öyle bir bisikletim olacak.” dedi Hasan.
“Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?” diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?
“Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım” demişti. Ama alır mıydı? Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi… Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti… Hasan, tekrar bulutu göstererek:
– “Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.”
Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı. Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu… Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.
İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.
Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı… Bereket oldu.
KÜÇÜK DENİZ KIZI
Bir zamanlar denizin derinliklerinde, garip bitkiler, yosunlar, irili ufaklı balıklarla birlikte altı deniz kızı yaşarmış. içlerinden en küçüğü ve en güzeli olan deniz kızının en büyük dileği suyun üstüne çıkabilmekmiş. Ama, bunun için on beş yaşına gelmesi gerekiyormuş. işte o zaman mercan kayaların üstüne oturup, gemileri,ormanları, şehirleri görebilecekmiş. Yaşını dolduran ablası, suyun üzerine çıkıyormuş. Ama hiçbiri yeryüzünü görmek için onun kadar sabırsızlanmıyormuş.
Küçük deniz kızının dünyayı görmesi için daha beş yılı varmış. Ama yeryüzü hakkında söylenenler onun aklından hiç çıkmıyormuş. On beş yaşına giren ablaları suyun yüzünde rahatça dolaşabiliyorlarmış. Gördüklerini küçük deniz kızına anlatıyorlarmış. Ah ! Küçük kız kardeş nasıl da onları dinliyormuş. Büyük şehirleri, ormanları, şatoları, gemileri gözünde canlandırmaya çalışıyormuş. Kardeşlerden biri, bir gün suda oynayan çocuklara rastlamış. Onlarla oynamak istemiş. <
p>Ama çocuklar korkup, kaçmışlar. Sonunda beklenen gün gelmiş! Küçük deniz kızı, {`}{`}Hoşça kalın!{`}{`} demiş ve su yüzüne çıkmış. Hava serin ama deniz sakinmiş. Büyük bir yelkenli de hemen oracıktaymış. Denizciler şarkılar söylüyormuş. Rengârenk ışıklar gemiyi süslüyormuş.Küçük kız, gemiye yaklaşmış. Dalgalar onu yükseltince de yuvarlak pencerelerden içerisini görebilmiş.
İçeride güzel giyimli bir sürü insan varmış. Ama içlerinden en güzeli genç bir prensmiş. Prens, gülen gözleriyle herkesin elini sıkıyormuş. Vakit iyice geç olmuş. Küçük deniz kızı hala prensi seyrediyormuş. Birden uzaklarda şimşekler çakmaya başlamış. Gemiciler bağrışıyormuş:
-Fırtına çıktı! Fırtına!..
Gemi dalgalı sularda batıp çıkmaya başlamış. Küçük deniz kızı tehlikeyi sezmiş. O anda da gemi batmış. Prens dalgalarda kaybolmuş. Hayır ! Prens ölmemeli denizin derinliklerine dalmış. Prensi bulunca suyun yüzüne çıkarmış.
Gemiden kopan kalaslar ve direkler azgın dalgalara karışıyor küçük deniz kızına zor anlar yaşatıyormuş.
Tahtalar çarpabilir hatta ezilebilirmiş.Ama bunların hiç birini düşünecek durumda değilmiş.
Tek düşüncesi prensi azgın dalgalardan kurtarmakmış. Prensin yavaş yavaş bütün gücü tükeniyormuş. Kolları ve bacakları cansız gözleri kapalıymış. Eğer küçük deniz kızı onu kurtarmasa azgın sularda kaybolup gidecekmiş. Prensin başını devamlı suyun üstünde tutmaya çalışmış. Kendini onunla birlikte suyun akışına bırakmış. Epeyce bu şekilde gitmişler. Nihayet kara görünmüş. Gecenin bir vaktinde karaya çıkmışlar. Küçük deniz kızı geceyi prensin başından ayrılmadan geçirmiş.
Sonunda hava aydınlanmış. Yemyeşil kıyıların önünde büyük bir bina yükseliyormuş.
Burası eski bir şatoymuş. Bahçesinde portakal ağaçlarıyla palmiyeler varmış.
Deniz, küçük bir koydan içerilere uzanıyormuş. Su sanki ama derinmiş.
İşte küçük deniz kızın azgın dalgalarla boğuştuğu gecenin, sonunda prensi böyle bir yere getirmeyi başarmış.
Deniz kızı, prensi kıyıya yatırmış. Prens biraz kendine gelir gibi olmuş. Ama gözleri hala kapalı, yüzü ise solgunmuş. Küçük kız onun güzel ve geniş alnını öpmüş.
Birden, bir gonk sesiyle birçok genç kız bahçeye çıkmış. Küçük deniz kızı, hemen kayanın arkasına saklanmış. Genç kızlar prense yaklaşmışlar. Prens etrafındaki kızlara gülümsüyor, kendisini azgın dalgalardan onların kurtardığını sanıyormuş. Onlara teşekkür etmiş. Deniz kızı, üzüntü içinde denizin derinliklerine geri dönmüş.
Artık küçük kız mutsuz ve düşünceliymiş: Sabah akşam prensi bıraktığı koya gidiyormuş. Fakat prensi göremiyor, eve üzgün dönüyormuş. Tek tesellisi, çiçekli bahçesindeki prense benzeyen mermer heykele bakmakmış. Sonunda dayanamamış. Ablalarına olanları anlatmış. Beş prenses onu prensin şatosuna götürmüşler. Artık deniz kızı, prensin nerede yaşadığını biliyormuş. Her gün onu gizlice görmeye gidiyormuş.
Bir akşam küçük bahçesinde otururken aklına deniz büyücüsüne gitmek gelmiş. “Belki bana yardım eder, akıl verir.” Diye düşünmüş. Büyücünün yaşadığı mağaraya kadar yüzmüş. Burası korkunç bir yermiş. Suyun içinde uzun ve iri su yılanları yüzüyormuş. Büyücü onu görünce korkunç sesiyle demiş ki:
-Ne istediğini biliyorum . Balık kuyruğunu iki bacakla değiştirmek istiyorsun? Tam bir insan olabilmen için sihirli bir şurup hazırlayacağım . Onu kıyıya götürüp, gün doğmadan içeceksin . Kuyruğun eriyecek ve bacak şekline dönüşecek. İnsan kılığına girince de tekrar deniz kızı olamayacaksın, demiş.
— Eğer prens seni sevmez, başkasıyla evlenirse parçalanıp bir köpük haline geleceksin, diye de eklemiş.
Deniz kızı yakışıklı prensi düşünerek:
– Kabul ediyorum, demiş.
— Ama bu sihrime karşılık bana güzel sesini vereceksin. Kabul ediyorsan dilini uzat, onu keseceğim, demiş.
.-Kabul, demiş, deniz kızı.
Büyücüden sihirli şişeyi almış. Şişe, küçük deniz kızının elinde bir yıldız gibi parlıyormuş. Korkunç ve karanlık mağaradan hızla uzaklaşmış. Uzaklarda babasının şatosunu görmüş. Şatonun ışıkları sönükmüş. İçeriye girmeye cesaret edememiş. Oysa babasıyla vedalaşmayı çok istiyormuş, ama konuşamazmış. Bir daha görmemek üzere onlardan uzaklaşmış.
Bahçelerin olduğu tarafa gitmiş. Kız kardeşlerinin bahçelerinden birer çiçek koparmış. Sonra kardeşlerine binlerce öpücük yollamış. Tüm sevdikleriyle bu şekilde sessizce vedalaşmış. Ve prensine kavuşmak için oradan ayrılmış. . Kıyıya doğru hızla yüzmüş, yüzmüş. Güneş doğmadan kıyıya çıkmış. Büyücünün verdiği sihirli şurubu bir kayanın üzerine oturarak içmiş. Kısa sürede sihirli şurup etkisini göstermeye başlamış. Vücudu bir bıçakla kesilir gibi olmuş. Her tarafında dayanılmaz ağrılar başlamış. Öyle şiddetli acı çekmeye başlamış ki dayanılır gibi değilmiş. Bu acılara daha fazla dayanamamış. Bayılmış. Uzun zaman hareketsiz kalmış. Güneş yavaş yavaş yükselmeye başlarken, küçük deniz kızı uyanmış. Hala bütün vücudunda dayanılmaz acılar duyuyormuş. . Fakat o da ne? Prens orada, yanı başında kara kara gözleriyle kendisine bakıyormuş.Tam olarak ayılamadığı için balık kuyruğunun kaybolup yerine bacaklarının geldiğini fark edememiş. Prens, üşümesin diye küçük kızın üzerini peleriniyle örtmüş. Küçük deniz kızı yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Prens ona kim olduğunu, neden burada bulunduğunu sormuş. Fakat küçük deniz kızı o kederli gözleriyle konuşamadan bakmış. Prens, kızı elinden tutup sarayına kadar götürmüş. Küçük deniz kızı, yürürken acı çekiyormuş. Sanki keskin bıçaklar üzerinde yürüyor gibiymiş. Küçük kız, büyük bir sabırla bu işkenceye dayanıyormuş. Ona bu dayanma gücünü prense olan sevgisi veriyormuş. Prensin yanındaki herkes, küçük kızın uçar gibi uyumlu yürüyüşünü hayranlıkla izliyormuş. Çok acı çekse bile, bir tüy gibi hafif adımlarla dolaşıyor, merdivenleri uçar gibi çıkıyormuş. Gittiği her yerde ondan güzeli yokmuş. Ama o, ne konuşabiliyor ne de şarkı söyleyebiliyormuş. Prens heyecanla haykırmış:
– Bu sensin! Hayatımı kurtaran genç kız! Prens yanılıyormuş. Ama neye yarar! Küçük deniz kızı yüreğinin sızladığını hissetmiş.
Kendisini kurtaranın küçük deniz kızı olabileceği hiç aklına gelmiyormuş. Prens, küçük deniz kızına: -Ne kadar mutluyum. Onu bulduğuma inanamıyorum. Benim mutluluğum seni de sevindirsin , demiş. Bu durumda küçük deniz kızı, düğün gecesinin sabahı ölecek ve sonsuza dek köpük olarak kalacakmış. Düğün büyük bir törenle yapılmış. Küçük deniz kızı gelinin eteğini tutuyormuş. Kulakları müziği duymuyor, hiçbir şeyi de görmüyormuş. Orada bulunan diğer kızlar prensin ve kral ailesinin önünde şarkı söylemişler. İçlerinden biri diğerlerinden daha güzel şarkı söylüyormuş. Prens de onu gülümseyerek alkışlıyormuş. Küçük deniz kızının içine bir hüzün çökmüş. “Prensin yanında olabilmek için sesimi verdim. Ah! Bunu bir bilse” diye düşünüyormuş. Prens ise onu bir kardeş gibi seviyormuş. Onunla evlenmeyi aklına bile getirmiyormuş. O sırada, prensin komşu ülkenin kralının kızı ile evleneceği söylentileri çıkmış. Kralın kızını istemeye gitmek için de büyük bir gemi hazırlanmış. Herkes gemiye binmiş, komşu ülke gitmeye hazırlanıyorlarmış. Küçük deniz kızı da prensle birlikte gemiye binmek üzere hazırlanmış. Yolda prens ona komşu kralın kızını asla sevemeyeceğini söylemiş. “Aslında, beni kurtaran kızı arıyorum,” diyormuş. Ertesi sabah gemi limana girmiş. Çanlar çalmış, askerler selam durmuş. Günlerce eğlenceler düzenlenmiş. Prenses bir süre sonra ortaya çıkmış. Güzel yüzlü ve zarifmiş. Cana yakın, gözleri gülümsüyormuş. Sadece ölüm saatini ve kaybettiği şeyleri düşünüyormuş. Yeni evliler akşam gemiye gelmişler. Geminin ortasına altın işlemeli bir çadır kuruluymuş. Prens ve prenses burada dinlenecekmiş. Küçük deniz kızı da güvertedeymiş. Düşünüyormuş. Prens için sesini, kaybetmiş, dayanılmaz acılar çekmiş. O ise bütün bunları, çektiği acıları bilmiyormuş. Güvertenin parmaklıklarına dayanmış ağlamaya başlamış. Birden ablalarını görmüş. Ablaları saçlarını kestirmişler.
Üzgün görünüyorlarmış.
—Saçlarınızı sabah olunca ölmemen için büyücüye verdik, demişler.
Büyücü, ablalarına bir hançer vermiş. Ablaları hançeri küçük kıza uzatıp :
Bu hançeri güneş doğmadan prensin kalbine sapla. Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar deniz kızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek. Prensi öldür ve çabuk gel ! Demişler.
Acele etmesi için:
-Unutma güneşin doğmasına bir kaç dakika kaldı. Acele etmelisin . Yoksa sen öleceksin ! Diye bağrışıyorlarmış.
Sonra iç çekerek dalgalar içinde kaybolmuşlar. Küçük deniz kızı çadırın kapısını açmış. Prensle prensesin derin uyuduklarını görmüş. Eğilmiş, prensi alnından öpmüş. Önce hançere, sonra prense bakmış. Kıyamamış. .. Derken vakit dolmuş.
Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış. Kızı hızla, uzaklara, dalgalara fırlatmış. Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyormuş. Vücudu hemen eriyivermiş. Köpük haline gelmiş. Köpükler üzerindeki , minik baloncuklardan biriymiş artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyorlarmış. Küçük deniz kızı yükseğe hep daha yükseğe çıkmış. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşmış.
—Nereye gideceğim şimdi? Diye sormuş, kendi kendine.
—Gök kızlarının yanına, demiş baloncuklardan biri .
Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin. Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlamış. Prense son kez bakıp gülümseniş. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselmişler.
MAYMUN İLE PERİ
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:
“-Hadi evlatlar, buyrun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde. .
“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:
“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın . kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.
İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş, vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.
Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. . Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de . dillerde yankılanmış.
Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.
Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:
“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:
“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:
“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. . Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.
“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”
Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:
“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;
“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:
“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.
Saraya gitmişler, Padişah’ın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yeyip içip eğlenmişler.
Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara
MELEK ANNEM
Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek varmış. Bir gün Tanrı’ya sormuş:
-Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler, fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?
-Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.
-Pekiiiii… İnsanlar bana birşeyler söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?
-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.
-Peki Tanrım, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?
-Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.
-Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, beni kim koruyacak?
-Meleğin seni kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak.
-Fakat ben, seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.
-Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.
O sırada Cennette bir sessizlik olur ve düyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Bebek gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar:
Tanrım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen çabuk söyle, benim meleğimin adı ne?
-Meleğinin adının önemi yok yavrum, sen onu ANNE diye çağıracaksın …
MERAKLI ÇİÇEK
Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak yerlerde çiçek havada kuş görebilmek için boş yere bakmış durmuşlar. Her yerde ‘buvv’ diye esen rüzgardan bem beyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altındada ikbaharı bekleyen çiçekler ha tamamladı ha tamamlayacaklarmış ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlk bahar güneşi yol hazırlığını bitiremedi. O zaman gelincik kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp bu gidişle giysim buruş buruş olacak diye dertleniyor. Mini mini mineler mavi başlarını sallayıp bizde bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçeklerdde üzülüyorlarmış ama daha renklerini seçemedikleri tuvaletlerini tamamlayamadıklarıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.
Menekşe mor renkte tarla çiçeği mavi papatya ortası sarı etekleri beyaz giysilerini yeni yeni bitiriyorlarmış. İçerlerinden yalnız biri ne toprak anadan renk seçiyor nede giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yer yüzüne çıkmak çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. Ah bir yer yüzüne çıksam diyormuşta başka bir şey demiyormuş. Kış uzadıkça onunda sabrı tükeniyormuş tabi o yüzden bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkmış bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlamış. Bütün gece soluk almadan tırmanmışta tırmanmış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını toraktan dışarı uzatmış koca güneş. Bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış, kalmış daha uyanamadım galiba diye gözlerin ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgarında şaşkınlığı ondan az değilmiş yani olacak şey mi bu karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım,Galiba en iyisi gidip biraz dinleniyim diyip esmekten vaz geçmiş o zamanda güneş bunda bir iş var rüzgar çekildi gitti her halde ilk bahar geliyormuş zaten bu çiçekte bunu gösteriyor.
Biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş.Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek soğuktan tir tir titriyor ah ben ne yaptım soğuktan nerdeyse ölücem ne diye herkesi beklemedim sanki diye ağlıyormuş.Onun sesini duyan saka kuşu hey şuraya bakın bir çiçek kalkın kalkın hepiniz bahar gelmiş diye bağırmış.
Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar dururmu artık hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar bir anda her şey değişmeye başlamış.İlk baharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir uvalet yapmayıda unuttuğu için karların üstünde çıkan ilk çiçek olduğu için insanlar ona kar çiçeği demişler.
O gün bu gündür kar çiçeği hiç acelecilik huyundan vazgeçememiş.O yüzdende hep beyaz bir giysi giymiş onu görenlerde hıh işte kar çiçeği açmış bahar geliyor demişler.
MERAKLI TAVŞAN
Zıpzıp, küçücük, şeker gibi bir tavşancıktı. Fakat kötü bir huyu vardı. Çok meraklıydı. O küçücük, simsiyah burnunu, Her şeye sokardı. Gün geçmezdi ki, birisi ona bağırmasın. Çalılıklar arasında dolaştığı bir gün, Bayan Sülün:
— Çekil oradan Zıpzıp der. Yumurtalarımdan birini kırarsan, seni döverim. Onlardan yavrularım meydana gelecek.
Zıpzıp, oradan hızla kaçtı. Geniş bir meydanlığa geldi. Burası, onun için çok meraklı bir yerdi. Oya ile Kaya, yeşillikler içinde pinpon oynuyorlardı. Anne ve babaları da, yeşilliklerde dinleniyorlardı. Zıpzıp, kocaman sepete yanaştı. Bu sepete, acaba ne vardı çok merak ediyordu. Ah, bir açabilse… Yandaki ağaçtan, Zıpzıp’ ı izleyen Sincap:
— Sakın sepete dokunma, diye seslendi. Fakat Zıpzıp, Sincabı dinlemedi. Yavaşça sepeti bakmaya başladı. Sepetin içine bakayım derken, birden dengesini yitirdi. GÜM… Diye sepetin dibini boyladı. Arkasından kapak da kapandı. Meraklı Zıpzıp, sepetin içinde kalmıştı… Arkadaşı Sincap, çaresiz kalmıştı. Zıpzıp sepetin içinde kalışına Sincap arkadaşı çok üzülmüştü. Arkadaşı Sincap çaresiz kalmıştı. Bir süre sonra toplandılar.
— Haydi, çocuklar… Artık eve dönme zamanı geldi. Eşyaları toplayalım arabanın bagajına yerleştirelim. Hep birlikte öteberi topladılar. Babası da, sepeti bagaja yerleştirdi. Sincap, zavallı arkadaşı Zıpzıp’ın çok uzaklara götürüleceğini anlayınca, çok üzüldü. Koşa koşa yardımcı aramaya gitti. Sincap, ağaçtaki, Baykuş’un bulunduğu yere kadar geldi. Çok bilgili Baykuş’a, gördüklerini heyecanla anlatı Zavallı Zıpzıp’ı kurtarmasını, ondan rica etti. Baykuş:
– Zıpzıp meraklı olmak yüzünden, kötü durumlarla karşılaşıyor. Fakat onu kurtarmalıyız. Ben Zıpzıp’ı aramaya gidiyorum. Sen annesine haber ver, beni beklesinler. Baykuş havalandı. Ormanın üzerinde uçmaya başladı. Zıpzıp’ın içinde bulunduğu kırmızı arabayı aramaya koyuldu. Çok geçmeden, kırmızı arabayı gördü. Baykuş, evin yerini iyice öğrendikten sonra, hızla ormana yollandı. Sepeti açınca, hepsi büyük bir hayret içinde kaldılar. Sepetten, mini bir tavşancık çıkmış. Tavşancığı eline alan Kaya:
-Ah … Ne kadar tatlı şey… Bizimle kalabilir mi? Pek çok şaşırmış olan babası:
-Tabii kalabilir. Fakat ona bahçede bir kafes yapmak gerek. Kaya, büyük bir sevinç içinde, bahçede kafeslerden birini onardı. Kapısına kafes teli çaktı. Şaşkın şaşkın olanları izleyen Zıpzıp’ı, kafese yerleştirildi. Kaya:
-Korkma minik tavşan. Sana kötülük yapmayacağız dedi. Zıpzıp, kafesin içinden nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Baykuş, Zıpzıp‘ın anne ve babasına, gördüklerini anlattı. Gece bastırınca, birlikte yola koyuldular. Baykuş, alçaklardan uçarak, onlara yolu gösterdi. Bahçedekiler kafeste, Zıpzıp’ı buldular. Zıpzıp ağlamalı bir sesle:
-Beni bağışla anneciğim, dedi. Bir daha her şeyle ilgilenmeyeceğim. Kardeşlerimden ayrılmayacağım dedi. Hiç ayrılmadı bir daha.
NASRETTİN HOCA İLE ACEMİ BÜLBÜL
Nasrettin Hoca bir gün komşusunun bahçesine girer.
Bahçedeki armutları görünce dayanamaz.
Bir tane yer,dayanamaz bir daha,bir daha derken armut ağacına çıkıverir.
Başlar yemeye.
Tam bu sırada bahçenin sahibi çıkagelir.
Hoca şaşkınlıkla başlar bülbül gibi ötmeye.
Bahçenin sahibi şaşkın şaşkın Hocanın olduğu ağacın yanına varıp,
— Ne yapıyorsun burada, diye bağırır.
Hoca sakince cevap verir.
— Ben bülbülüm yuvam da burada, der.
Tekrar cırlak sesiyle ötmeye başlar.
Bahçe sahibi öfkeyle
— Bülbül böylemi öter be adam, diye bağırınca,
Hoca
— Ben acemi bülbülüm. Acemi bülbül ancak böyle öter..
NASRETTİN HOCA BİRBİRİNE KARIŞAN AYAKLAR
Bir gün çocuklar dere boyuna dizilmiş oturuyorlar, değneklerin ucundaki oltalarla sözüm ona balık avlıyorlardı. Amaç serinlemek. Hepsi de ayaklarını suya daldırmışlardı.
Tarladan doğru, terlerini silerek Hocanın yaklaştığını görünce onu biraz “gırgıra almayı” tasarladılar. Hoca yaklaşınca bastılar yaygarayı.
Hoca çocuklara yaklaşarak, “Ne var? Nedir bu yasınız?” diye sordu.
Çocukların elebaşı burnunu çekerek;”Sorma Hocam” diye hıçkırdı. “Suyun içinde ayaklarımız birbirine dolanıp karıştı. Hangisi kimin ayağıdır, bulup ayıramıyoruz.”
Hoca tatlı tatlı gülümseyerek, “Aa, tasalandığınız şeye bakın, evlatlarım” diye çocuklara yaklaştı. “Ben sizin ayaklarınızı şimdi bulurum.”
Elindeki değneği, daha çocuklar ne olduğunu anlamadan yıldırım gibi kaldırıp suya vurmasıyla, “Ayyyyy” diye haykırış koptu.
Bacaklarına değneği yiyen çocuklar can acısıyla apar topar kalktılar.
O zaman Hoca, “Gelin elimi öpün, bakayım” dedi. “Bakın, sayemde herkes ayağına nasıl kavuştu.
OKÇU İLE ASLAN
Ustalığıyla bilinen bir okçu, avlanmak üzere dağa çıkmış. Onu gören bütün hayvanlar korkuyla kaçışmışlar. Yalnızca aslan kaçmamış, üstelik okçuya meydan okumuş. Okçu okunu yerleştirdikten sonra yayını germiş ve “Habercimin sana bir haberi var!” diye bağırıp oku aslana atmış.
Böğründen yaralanan aslan, acıyla kıvranarak çalıların içine kaçmış. Orada gizlenmiş olan bir tilkiye rastlamış. Tilki, aslanın avcıdan kaçtığını görünce, dönüp düşmanıyla yüz yüze mücâdele etmesi için onu yüreklendirip kışkırtmaya çalışmış.
“Hayır!” demiş aslan, “Beni kandıramazsın. Düşünsene… sıradan bir haberci beni bu duruma getirebildiyse, o haberciyi bana gönderen avcıyla nasıl başa çıkarım?”
Sizden zayıfların sizi kışkırtması, yalnızca kendi çıkarları içindir…!
ORMAN PERİSİ
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış.
Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.
PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER
Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış.
Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi giib kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden.
Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.
Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sahirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,
“Ayna, ayna söyle bana
En güzel kim bu dünyada,”
Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş.
Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöle demiş:
Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına,
Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel.”
Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.
“Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.”
Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa,” demiş.
Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.
Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş.
İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış.
Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.
Pamuk Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler.
Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş.
“Hoşça kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken.
“Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”
Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:
“Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz
Ama ne var ki, yüksek dağların ardında
Cücelerin küçük, şirin evindeki
Pamuk Prenses dünyalar güzeli.”
Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.
Cücelerin evine varınca, “Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülür olabilir ki!’ dye düşünerek kapıyı açmış.
“Bunu mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar.
O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses.
Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş.
“Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.
“Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.
Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.
“Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencereden de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.”
“Kötü diye mi almıyorsun yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.
Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.
Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş.
Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler.
Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken cmadan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.
“Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.
Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.
Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzeliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.
PARMAK ÇOCUK
Bir varmış bir yokmuş evvel zamanların birinde Fakir bir terzinin bir oğlu varmış. Bu çocuk o kadar küçük kalmış ki, boyu bir başparmaktan fazla uzamamış. Bunun için ona “Parmak Çocuk” derlermiş.
Ama çocuğun cesareti pek fazlaymış. Bir gün babasına demiş ki:
Babacığım, ne olursa olsun ben uzaklara gideceğim!
Babası:
– Pekâlâ oğlum, demiş. Uzun bir iğne almış, lambaya tutarak ucuna balmumundan bir topak yapmış:
– İşte yol için sana bir de kılıç! demiş.
Minik terzi, kendileriyle birlikte son kez bir daha yemek yemek istemiş. Annesinin bu son yemek için neler pişirdiğini görmek üzere fırlayıp mutfağa gitmiş. O sırada yemek hazırmış. Tencere ocağın üzerinde duruyormuş. Oğlan demiş ki:
– Ne yemekler var anne?
Annesi:
– Git, kendin bak işte! demiş.
Parmak çocuk ocağa sıçramış. Tencerenin içine bakmış. Fakat boynunu pek fazla uzattığı için yemeğin buğusu onu almış, yukarı doğru uçurmuş. Bacadan dışarı çıkarmış. Çocuk buğuyla bir süre havada dolaştıktan sonra yine yere inmiş. Artık başka ülkelerdeymiş. Şurada burada dolaşmış. Bir ustanın yanında iş bulup girmiş, ama yiyecekleri pek beğenmemiş. Ustasının karısına demiş ki:
– Bayan, bize daha iyi yemek vermezseniz çıkıp giderim. Hem de yarın sabah erkenden evinizin kapısına tebeşirle yazarım:
Bol patates, bir parça et,
Kalın burda sağ selamet:
Ustanın karısı çok kızmış:
– Daha ne istiyorsun sanki bücür?.. demiş.
Bir bez parçası kapmış, çocuğa vurmak istemiş. Fakat minik terzi hemen yüksüğün altına kaçmış. Oradan dışarıya bakar, kadına dilini çıkarırmış. Kadın yüksüğü kaldırmış; çocuğu tutmak istemiş ama Parmak Çocuk bez parçasının arasına sokulmuş. Kadın bezin kıvrımlarını açıp onu ararken oğlan masanın yarığına girmiş. Başını dışarı çıkarıp:
– Ce… e… e… ustanın bayanı! diye seslenmiş.
Kadın başına vurmaya uğraşırken Parmak Çocuk çekmecenin altına kaçmış, ama sonunda kadın onu ele geçirmiş, kapı dışarı atmış.
Minik terzi yola çıkmış, büyük bir ormana varmış. Burada bir sürü haydutla karşılaşmış. Bunlar kralın hazinesini soymak istiyorlarmış. Minik terziyi görüne şöyle düşünmüşler: “Bu küçücük herif anahtar deliğinden girebilir. Bize kapıları açar.” İçlerinden biri seslenmiş:
– Hey bana bak pehlivan! Bizimle birlikte Hazine’ye gider misin? Sürünerek içeri dalıp paraları dışarı atabilirsin!
Parmak Çocuk düşünmüş, taşınmış; sonunda:
– Peki! demiş.
Onlarla birlikte Hazine’ye gitmiş. Orada kapının altını, üstünü gözden geçirmiş. Aralık bir yeri olup olmadığını araştırmış. Az sonra, geçebileceği kadar genişlikte bir aralık bulmuş. Hemen içeri dalmak istemiş, ama kapının önünde duran nöbetçilerden biri onu görmüş. Arkadaşına seslenmiş:
– Şurada sürünüp duran çirkin örümcek ne? Dur şunu çiğneyivereyim.
Öbürü:
– Bırak zavallı hayvanı! demiş, sana bir zararı yok ki…
Bunun üzerine Parmak Çocuk kapının aralığından sağ ve esen Hazine’ye girmiş. Pencereyi açmış. Haydutlar bu pencerenin altında bekliyorlarmış. Paraları birer birer atmaya başlamış. Minik terzi işin en tatlı yerindeyken, kralın hazinesini görmek için gelmekte olduğunu duymuş. Hemen sürüne sürüne bir yere sokulmuş.
Kral paralardan birçoğunun eksildiğini anlamış; fakat bunları kimin çalabileceğine akıl erdirememiş. Çünkü kilitlerle sürgüler yerli yerinde duruyorlarmış. Sonra her şeyin çok iyi korunduğu da görülüyormuş. Bunun üzerine kral çıkıp giderken iki nöbetçiye:
– Dikkat edin! Paranın peşinde biri var! demiş.
Parmak Çocuk yeniden işe koyulunca, nöbetçiler içerdeki paraların kıpırdadığını tiring, tiring tiring, tiring diye sesler geldiğini duymuşlar. Hırsızı yakalamak için hemen içeri dalmışlar. Fakat bunların geldiğini işiten minik terzi daha atik davranıp bir köşeye fırlamış, üstüne altın bir para örtmüş. Hiçbir yanı görülmez olmuş. Bir yandan da nöbetçilerle alay olsun diye: “buradayım!” diye seslenirmiş. Nöbetçiler sesin geldiği yana koşarken o da başka bir köşeye kaçıp, başka bir paranın altına saklanır: “Hey… Buradayım ben!” diye bağırırmış. Bu kez nöbetçiler oraya seğirtirlermiş. Oysa Parmak Çocuk üçüncü bir köşeden seslenirmiş: “Hey… burdayım, burda!” Böylece onları deliye çevirmiş, yorulup gidinceye kadar adamları Hazine’nin içinde oradan oraya koşturmuş, durmuş. Sonra da paraların hepsini birer birer dışarı atmış. Sonuncuyu olanca gücüyle fırlatmış, kendisi de daha atik davranarak bu paranın üzerine sıçramış; onunla birlikte pencereden aşağı inmiş. Haydutlar kendisinden pek hoşnut kaldıklarını söylemişler:
– Sen pek müthiş bir kahramansın, bizim elebaşımız olur musun? demişler.
Parmak Çocuk onlara teşekkür etmiş, fakat önce dünyayı görmek istediğini söylemiş. Paraları bölüşmüşler. Minik terzi bunlardan bir tek metelik istemiş. Çünkü daha fazlasını taşıyamıyormuş.
Sonra kılıcını yine beline bağlamış; haydutlara “iyi günler” demiş, yola koyulmuş. Birkaç ustanın yanında işe girmiş. Fakat bu işleri beğenmemiş. Sonunda bir hana uşak olmuş ama hizmetçi kızlar ondan hoşlanmamışlar. Çünkü onlar kendisini göremedikleri halde, Parmak Çocuk onların gizlice yaptığı her şeyi görüyormuş. Tabaklardan aldıkları şeyleri, kilerden aşırdıklarını hancıya haber verirmiş. Bunun üzerine kızlar:
– Alacağın olsun, sana gösteririz! demişler. Ona bir oyun oynamaya karar vermişler.
Bir süre sonra hizmetçilerden biri bahçede otları biçerken parmak çocuğu otların yanında hoplayıp zıplar görünce, onu da birlikte biçmiş, otlarla birlikte büyük bir beze bağlamış, gizlice ineklerin önüne atmış. Bu hayvanlar arasında iri, kara bir tanesi varmış. Parmak çocuğu incitmeksizin otlarla birlikte yutmuş. İçerisi çocuğun hoşuna gitmemiş. Çünkü burası kapkaranlıkmış. Işık da yanmıyormuş. İnek sağılırken Parmak Çocuk içerden seslenmiş:
Fıştık fıştık fişte,
Doldu kova işte!
Ama süt sağılırken çıkan gürültüden bu ses duyulmamış. Sonra ev sahibi ahıra girmiş:
– Yarın şuradaki inek kesilecek! demiş.
Bunu duyunca Parmak Çocuk korkmuş. Avazı çıktğı kadar bağırmış:
– Önce beni çıkarın… İçinde ben varım!
Adam bu sesi duymuş ama nereden geldiğini anlayamamış:
– Neredesin? demiş.
Parmak Çocuk:
– Karanın içindeyim! demiş.
Adam bundan bir şey anlayamamış, çıkıp gitmiş.
Ertesi sabah inek kesilmiş. Bereket versin hayvan parçalanırken satır parmak çocuğa dokunmamış ama sucukluk etlerin arasına karışmış. Kasap gelip işe başlarken oğlan avazı çıktığı kadar bağırmış:
– Pek fazla kıyma… O kadar çok kıyma… Etlerin arasında ben varım!
Kıyma bıçaklarının gürültüsü içinde bu sesi duyan olmamış. Zavallı Parmak Çocuk büyük bir tehlike içinde kalmış. Fakat tehlike insanların gücünü artırır, derler. Çocuk kıyma bıçaklarının arasından öyle bir fırlayış fırlamış ki kendisine bir şey olmamış. Sapsağlam kalmış ama kaçıp gidememiş. Yağlarla birlikte bir sucuğun içine tıkılmaktan başka kurtuluş yolu bulamamış. Burası biraz darcaymış. Sonra islenip kurumak üzere sucuğu bacanın içine asmışlar. Burada bir türlü vakit geçiremiyormuş. Sonunda kış gelince bacadan indirmişler. Çünkü müşterilerden birine sucuk verilecekmiş. Hancı kadın sucuğu dilerken Parmak Çocuk, boynu kesilmesin diye başını fazla uzatmayarak kendini korumuş. Sonunda biçimine getirmiş, dışarı fırlamış.
Başına türlü yıkımlar gelen bu evde minik terzi daha fazla kalmak istememiş. Hemen yola çıkmış ama bu özgürlüğü uzun sürmemiş. Boş kırlarda yoluna bir tilki çıkmış. Onu bir solukta yutuvermiş. Minik terzi:
– Aman bay tilki! diye seslenmiş, boğazınızda takılı kalan benim işte… Beni özgür bırakın ne olur?
Tilki:
– Hakkın var, demiş? Senden ne olacak ki… Babanın evindeki tavuklar için bana söz verirsen seni salıveririm!
Parmak Çocuk:
– Seve seve demiş, tavukların hepsi senin olsun. Ant içiyorum işte!..
Bunun üzerine tilki onu salıvermiş; hem de evine kadar götürmüş. Babası sevgili minik oğlunu yeniden görünce bütün tavuklarını seve seve tilkiye vermiş. Parmak Çocuk:
– Hem sana güzel bir para da getirdim!
diye yolculukta eline geçirdiği meteliği babasına uzatmış.
– Peki ama, yesin diye zavallı tavuklar tilkiye niçin verildi sanki?..
– Hay budala hay… Babana çocuğu, evdeki tavuklardan daha değerlidir de ondan!
PİNOKYO
Zamanın birinde, küçük bir kasabada Geppetto adında ihtiyar bir oyuncakçı yaşarmış. Bu oyuncakçı yaptığı tahtadan oyuncakları satarak geçimini sağlarmış. İhtiyar oyuncakçının hayatta üzüldüğü tek şey bir çocuğunun olmamasıymış. Bir gün yeni bir oyuncak yapmak için ormana gidip kütük aramaya başlamış. Derken tam aradığı gibi bir kütüğü bulmuş.
– İşte tam aradığım gibi bir kütük. Bununla çok güzel bir kukla yapacağım, diye sevinerek kütüğü sırtladığı gibi dükkânına taşımış. Tezgâhın üzerine koymuş ve başlamış yontmaya. Geppetto kütüğü yonttukça kütükten “ah ah!” diye sesler geliyormuş. Geppetto usta: “Nereden geliyor bu ses” diye düşünmüş. “Herhalde bana öyle geldi” diye içinden geçirmiş. Derken kuklanın önce kafası sonra da vücudu daha sonra da kolları ile bacakları şekillenmeye başlamış. Geppetto usta en sonunda kuklayı bitirmiş. Onu sandalyenin üzerine oturtmuş ve ortalığı temizlemeye başlamış. O ortalığı temizlerken, “Merhaba” diye bir ses duymuş. Sesin nereden geldiğini anlamak için başını çevirmiş. Ortalıkta sandalyenin üzerinde oturmakta olan kukladan başka kimsecikler yokmuş. Yine yanıldığını düşünerek işine devam etmiş. Az sonra kukla oturduğu sandalyeden hopladığı gibi odanın içinde dans etmeye başlamış. Olanları gören Geppetto ustanın şaşkınlıktan ağzı bir karış açılmış.
– Aman Allahım! Bu kukla canlı. Tam da benim istediğim gibi bir çocuk.
Etten kemikten değilmiş ama tıpkı bir çocuk gibi gülüyor, koşuyor, oynuyormuş. Kukla çocuğu kucağına alıp;
– Sen gerçek bir çocuk gibisin. Senin adın Pinokyo olsun, demiş. Artık Geppetto ustanın hiç canı sıkılmıyor, günlerini Pinokyo ile ilgilenerek geçiriyormuş. Bir süre sonra Pinokyo’nun okula gitmesi gerektiğini düşünmüş. Ancak Pinokyo’nun ne defteri varmış, ne kalemi. Geppetto ustada da hiç para olmadığından paltosunu satarak, aldığı parayı Pinokyo’ya vermiş.
– Al oğlum bu parayla kendine defter kalem al. Güzelce okuluna git, demiş. Pinokyo parayı avucuna almış yola koyulmuş. Neşe içinde yürüyormuş. Merakla etrafına bakınıp, yol üzerindeki dükkânları, pazar tezgâhlarını, bağıran insanları izliyormuş.
Bu arada yolun başındaki kalabalık dikkatini çekmiş. Kalabalığın arasına dalıp ne olduğunu öğrenmeye çalışmış. Kalabalığın önünde kocaman renkli bir çadır duruyormuş. Bu şehre yeni gelen sirkin çadırıymış. Çadırın önündeki palyaço bağırarak müşteri topluyormuş. Pinokyo çadırın içerisinde ne olduğunu merak edip, kalabalığın arasından geçip çadıra girmek istemiş. Palyaço, Pinokyo’ya içeri parasız girilemeyeceğini söylemiş.
Pinokyo içeride olanları çok merak ettiğinden, Geppetto ustanın okula gitmesi için verdiği parayı uzatmış. İçeriye girince çadırın ortasına kurulan sahnede oynayan kuklaları görmüş.
– Hey! Bunlar da benim gibi tahtadan, diyerek sahneye kuklaların arasına çıkmış.
Kuklaları izleyen kalabalık Pinokyo’ya kızmış. – Çekil oradan sahneyi görmemizi engelliyorsun, diyerek azarlamışlar Pinokyo’yu. Ancak sahnenin yukarısında kuklalara bağlı olan ipleri tutan sirk sahibi canlı bir kukla gördüğü için çok sevinmiş.
“Böyle ipleri olmadan hareket edebilen bir kukla bana çok para kazandıracak” diye düşünmüş. Oyun biter bitmez Pinokyo’yu yakaladığı gibi kafese kapatmış. Pinokyo başına gelenlerin kendi suçu olduğunu Geppetto ustanın sözünü dinleyip okula gitse bunların hiçbirinin olmayacağını düşünerek, ağlamaya başlamış.
Pinokyo’nun pişman olduğunu gören iyilik perisi hemen onun yanına giderek;
– Babanın sözünden çıkmamalıydın! Ama pişman olduğunu görüyorum. Bunun için seni kurtaracağım. Ama bir daha yaramazlık yapma! Bu da sirke verdiğin para. Onu sakın boş yere harcama. Doğru okuluna git, diyerek Pinokyo’yu sirkin dışına çıkarmış.
Pinokyo paralar elinde okula doğru yol almaya başlamış. Bir yandan da şarkı söylüyormuş.
Pinokyo’nun şarkı söyleyerek yürüdüğünü gören kurnaz tilki ve arkadaşı kedi “Bu kukla ne kadar da neşeli, şunun bir yanına gidelim” diyerek Pinokyo’nun önüne çıkmışlar.
– Hayrola Pinokyo? Böyle neşeli neşeli nereye gidiyorsun? diye sormuşlar. Pinokyo da:
– Kendime defter kalem alıp okula gideceğim, demiş. Kurnaz Tilki:
– Defter, kalem alacak paran var mı? diye sormuş. Pinokyo, büyükbabasının verdiği paraları göstermiş. Paraları gören kurnaz tilki ve kedi bir oyun oynayıp bu paraları almaya karar vermişler. Pinokyo’ya:
– Okula gidip de ne yapacaksın? Bizim dediklerimizi yaparsan zengin olursun. Sen o paraları bize ver, biz de götürüp sihirli tarlaya ekelim. Senin de bir para ağacın olur, ihtiyacın oldukça bu ağaca gider, meyveleri olan paraları toplarsın, demişler. Hiç böyle şey olur mu? Ama Pinokyo söylenenlere inanmış elindeki paraları kurnaz tilkiye teslim etmiş. Paraları alan kurnaz tilki ve kedi hemen oradan uzaklaşmışlar. Tek başına kalan Pinokyo’nun yanında iyilik perisi belirivermiş. Pinokyo’ya:
– Defter kalem aldın mı Pinokyo? diye sormuş. Oysa peri paraları kurnaz tilkiye kaptırdığını biliyormuş. Sakın yalan söyleme yoksa seni cezalandırırım, diye uyarmış.
Pinokyo uyarıya aldırmadan yalan söylemiş.
– Defter, kalem aldım. Onları okula bıraktım, deyince yalan söylediğinden dolayı burnu uzamaya başlamış. Peri, Pinokyo’nun doğru söylemesi gerektiğini söyledikçe, Pinokyo başka yalanlar uyduruyor, burnu da uzadıkça uzuyormuş. Artık öyle bir hale gelmiş ki kafasını hiç bir tarafa çeviremez olmuş.
En sonunda yaptığı hatayı anlamış, işin doğrusunu periye anlatmış, peri de akıllanan Pinokyo’nun burnunu eski haline döndürmüş. Bir sihir yaparak kurnaz tilkiye kaptırdığı paraların, Pinokyo’nun eline geri gelmesini sağlamış. Pinokyo’yu uyararak;
– Bu paraları boş yere harcama, doğru okuluna git, diyerek ortadan kaybolmuş. Pinokyo paralar elinde yine şarkı söyleyerek yürümeye başlamış. Tenha bir yerden geçerken birisinin yüksek sesle güldüğünü işitmiş. Aynı anda karşısına kendisini hapseden sirk sahibi çıkıvermiş.
– Gel bakalım buraya seni yaramaz. Geçen sefer elimden nasıl kaçtın bilmiyorum ama şimdi senin cezanı vereceğim, diyerek Pinokyo’yu kollarından tuttuğu gibi denize atıvermiş.
Pinokyo denize düşünce, suyun üzerinde kalmış. Dibe batmıyormuş, çünkü Pinokyo tahtadan bir kukla olduğu için su kendisini kaldırıyormuş. Suyun üzerinde böyle batmadan kalmak Pinokyo’nun hoşuna gitmiş. Kollarıyla bacaklarını oynatarak yüzmeye başlamış. Kıyıya doğru yüzerken birden ne olduysa olmuş. Pinokyo kendisini karanlık bir yerde buluvermiş. Meğerse Pinokyo’yu kocaman bir balık yutmuş. Şimdi Pinokyo balığın midesinde duruyormuş.
Pinokyo balığın midesinde bekleye dursun, biz gelelim Geppetto ustaya. Geppetto usta eve gelmeyen Pinokyo’yu çok merak etmiş. Paltosunu da Pinokyo’yu okula göndermek için sattığından hasta olmuş.
Oğlu Pinokyo’yu aramak için hasta hasta yollara düşmüş. En sonunda Pinokyo’nun denize atıldığı yere varmış. Buradaki balıkçılara oğlunu görüp görmediklerini sormuş. Balıkçılar da sirk sahibinin, Pinokyo’yu denize attığını gördüklerini söylemişler. Geppetto usta balıkçılardan birisine, kayığıyla denize açılıp oğlunu bulmaya yardım etmesi için yalvarmış.
Geppetto ustayı tanıyan ve onun ne kadar iyi bir insan olduğunu bilen balıkçı, bu isteği geri çevirmemiş. Birlikte kayığa binip denize açılmışlar. Kayık bir süre yol aldıktan sonra şiddetli bir rüzgâr çıkmış. Büyüyen dalgalara kayık daha fazla dayanamamış, birdenbire devrilivermiş. Balıkçıyla, Geppetto usta kendilerini bir anda dalgaların arasında buluvermişler. Geppetto usta hem yaşlı olduğundan hem de yüzmeyi bilmediğinden denizin dibine doğru batmaya başlamış.
Bu sırada Pinokyo’yu yutan balık, Geppetto ustayı da yutmuş. Geppetto usta da balığın boğazından kayıp midesine girivermiş. Balığın midesinde ağlayan bir çocuğun sesini duymuş. Bu sesi hemen tanımış. Bu, oğlu Pinokyo’nun sesiymiş. Geppetto usta oğlunu bulduğu için çok sevinmiş.
Pinokyo’ya:
– Pinokyo, oğlum ben baban, Geppetto. Hayatta olduğuna çok sevindim. Seni o kadar çok merak ettim ki. Babasının sesini işiten Pinokyo gözyaşları içerisinde boynuna sarılmış.
– Senin sözünü dinlemediğim için çok özür dilerim babacığım, beni affet bir daha sözünden hiç çıkmayacağım, diyerek gözyaşı dökmüş. Pinokyo’nun gerçekten de pişman olduğunu gören peri kızı onları kurtarmaya karar vermiş. Geppetto ustayla, Pinokyo’yu balığın midesinden çıkarıp karaya çıkartmış. Kurtulduklarına çok sevinen Pinokyo, babasının elinden tuttuğu gibi evlerinin yolunu tutmuşlar.
Pinokyo o günden sonra o kadar akıllı bir çocuk olmuş ki babasının sözünden hiç çıkmamış. Her gün okuluna gitmiş. Okul çıkışı ise babasının yanına koşarak ona işlerinde yardım etmiş. Peri kızı da Pinokyo’nun çok iyi bir çocuk olduğunu görüp onu ödüllendirmeye karar vermiş.
Pinokyo’nun artık tahtadan değil de etten kemikten normal bir çocuk olması için büyü yapmış.
Büyü gerçekleşmiş. Pinokyo gece yatağında, uyumak üzereyken birdenbire normal bir çocuğa döndüğünün farkına varmış. Artık tahtadan değil, etten kemikten bir çocukmuş. Sevinçle yatağından fırlayarak babasının yanına koşmuş.
Geppetto usta, karşısında Pinokyo’yu bu şekilde görünce dünyalar onun olmuş. “En sonunda benimde gerçek bir oğlum oldu” diyerek sevinç gözyaşları içerisinde oğluna sarılmış. Baba oğul ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşamışlar
RAPUNZEL
Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.
Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.
Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.
RÜZGAR İLE GÜNEŞ
Güneş ve rüzgâr kimin daha güçlü olduğunu tartışıyorlarmış. Rüzgâr
-Ben daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım. Şu karşıdaki paltolu yaşlı adamı görüyor musun ? Paltosunu senden daha hızlı çıkaracağıma bahse girerim
Demiş. Güneş bir bulutun arkasına çekilmiş ve rüzgâr kasırga şiddetinde esmeye başlamış. O kuvvetle estikçe ihtiyar adam paltosuna daha sıkı sarılıyormuş.
Sonunda rüzgâr pes edip durmuş. Güneş bulutların arkasından çıkıp yaşlı adama nazikçe gülümsemiş. Çok geçmeden adam alnındaki teri silip paltosunu çıkarmış.
Sonra , rüzgâra dönmüş nazik ve dostça davranışın, şiddet ve güç gösterisinden daha etkili olduğunu söylemiş.
SALYANGOZ VE EVİ
Salyangozları bilir misiniz? Onlar da tıpkı kaplumbağalar gibi evlerini sırtlarında taşır. Bir zamanlar evini sırtında taşımaktan haşlanmayan sevimli bir salyangoz yaşarmış. Üstelik evinin rengini de hiç beğenmezmiş. Bizim sümüklü böcek kelebek ve uğur böceğini çok severmiş. Arada bir onlarla dertleşir evini şikayet edermiş. “Ah keşke evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım. Hadi taşıyorum bari sizin elbiseleriniz gibi bol desenli ve renkli olsaydı.”
Kelebek ve uğur böceği bir gün sümüklü böceğe “Sevimli arkadaşımız hani evim renkli olsun diyorsun ya biz onun bir çaresini bulduk. Ressam olan bir tırtır var. Seni ona götürürsek evini rengarenk boyar.”
Sümüklü böcek buna çok sevinmiş. “Ne duruyoruz. Hemen gidelim.” Demiş. Böylece düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar. Gelen misafirleri dinleyen tırtıl boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış. Sonunda tırtıl sümüklünün evini çok güzel desenlerle bezemiş. Sümüklü böcek yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olmasına çok üzülüyormuş.
Dönüş yolunda üç arkadaş şiddetli bir yağmura yakalanmış. Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki sele kapılmaktan son anda kurtulmuşlar. Oysa sümüklü böcek hemencecik evine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş. Sonra da kendi kendine şöyle düşünmüş. “İyi ki saklana ileceğim bir evim var. Rengi olmasa da beni yağmurdan koruyor ya.” Sevimli sümüklü böcek bu olaydan sonra bir daha evini sırtında taşımaktan şikayetçi olmamış.
SİHİRLİ FASULYE
Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.
Dalikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.
“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”
“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.
“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.
Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.
Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.
“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.
“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”
Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:
“Fee-fi-fo-fum,
işte bir çocuk kokusu duydum.
Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.
Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”
“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.
Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Deliknalı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.
Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.
“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.
Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.
“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”
Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.
Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.
Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.
“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.
Delikanlı orada değilmiş tabii ki.
“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.
Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.
“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.
Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.
“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”
O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.
TARLA KUŞU VE YAVRULARI
Bir tarla kuşu varmış.Buğdaylar yeşerirken kendisine bir yuva yapmış.Her gün birer yumurta yapıp üzerine yatmış.Bir süre sonra yavruları yumurtadan çıkmış.Ama bir türlü uçmayı öğrenememişler.Tarla kuşu bundan dolayı çok üzgünmüş.Yiyecek aramaya giderken yavrularını sık sık uyarırmış. :
Aman yavrularım gözünüzü dört açın.Yarın tarla sahibi gelince kulak verip dinleyin.Ne konuştuklarını öğrenin.Biz de ona göre davranalım..
Tarla kuşu gidince, tıpki söylediği gibi tarla sahibi ve oğlu gelmiş.Oğluna dönüp : ` Tamam , buğdaylar olgunlaşmış.Bugün git komşulara haber ver.Babam ekinleri biçmek için sizleri imeceye çağırıyor, de .Yarın erkenden orakları alsın gelsinler.` demiş.
Tarlakuşu yuvasına dönünce yavrularının telaş içinde olduğunu . görmüş. ` Ne oldu? Çiftçi . neler söyledi ` diye sormuş. ` Komşularına haber verdi.Yarın sabah yardıma gelmelerini söyledi.`
Tarlakuşu : ` Öyleyse hiç korkmayın ` demiş.` Yer değiştirmemiz için daha vakit var .Yarın gene dinleyin bakalım ne konuşacaklar?`
Ertesi gün tarla kuşu gene yiyecek toplamaya gitmiş.Tarla . sahibi gene oğluyla birlikte gelmiş. ` Ekinler çok olmuş.Artık bu halde bekletemeyiz.Gördün mü komşuların bize ettiğini? Git bari akrabalara haber ver , yarın sabah erkenden burada olsunlar.`
Yavrular bu defa daha çok korkmuşlar.Anneleri gelince herşeyi anlatmışlar.Tarlakuşu gene aldırmamış.` Siz rahatınıza bakın` demiş.Yemlerini yiyip uyumuşlar..
Ertesi gün tarlakuşu gene gün doğmadan yiyecek toplamak için yola çıkmış.Bir süre sonra çiftçi oğlu ile gelmiş.Gelip gidenin . olmadığını görünce oğluna dönmüş:
` Biz hata ettik oğlum, ` demiş. ` Komşuya, akrabaya güvenmeyecektik.Dostun akrabanın da en iyisi insanın kendisidir oğlum, bunu hiç unutma.Yarın çoluk çocuk orakları alıp işe kendimiz girişelim.Ne zaman biterse bitsin.İşin en iyisi bu.` demiş.
Akşam yuvasına dönen tarlakuşu bu haberi alınca : ` Şimdi iş ciddi.Hemen açalım kanatları,` demiş.Yavrularını peşine takıp terketmiş yuvasını.
Hani ne derler insanın dostu da kendisidir, düşmanı da. İnsan önce kendine güvenmeli..
TEMBEL KIZ
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde;pireler berber,develer tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış.Bu karı kocanın bir kızı olmuş.Kız,el bebek gül bebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş.Bunun için adına Tembel Kız denilmiş.Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış.Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş.
Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş.Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş.Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş.Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş.Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış.
Aradan uzunca bir zaman geçmiş.Dilenci eve gelmiş.Tembel Kıza,hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş.Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş.
Dilenci mutfağa girmiş.Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş,tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları…Gelmiş,Tembel Kız’ın yanına.Bak hanımcığım demiş,ekmeği aldım Allah razı olsun.
Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim.Türküyü şöyle söylemiş;Senin gaga benim torba içinde,Benim çarık senin çorba içinde,Sen yat kaba yatak yorgan içinde,Ben yiyecem gagayı orman içinde.
Dilenci türküyü böyle söylemiş,çekip gitmiş.Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş.Karısı olan biteni anlatmış,bak bana bir de türkü söyledi,sana deyiverem demiş,türküyü söylemiş.
O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış.Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış.Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
TİLKİ İLE LEYLEK
Tilki hocanın iyiliği tutmuş bir gün
Hacı leyleği yemeğe buyur etmiş
– Ama, demiş tilki, bizde misafir
Umduğunu değil bulduğunu yer.
Meğer tilkinin cimrisi hepsinden betermiş
Bir çorba çıkarmış topu topu
O da sulu mu sulu
Hem nerden getirse beğenirsiniz? Tabakta.
Leylek gagasıyla uğraşadursun
Tilki bitirmiş hepsini bir solukta.
Leylek . kızmış, ama çekmiş sineye.
Bir zaman sonra
O da tilkiyi buyur etmiş yemeğe.
– Hay hay, demiş tilki, nasıl gelmem?
Ben dostlara naz etmesini sevmem.
Tam saatinde gelmiş.
Leyleğe türlü diller dökmüş.
Şu güzel bu güzel,
Hele yemeğin kokusu
Gel iştahım gel!
Gerçi tilkilerin iştahı
Pek nazlı değilmiş ama
Et kokusu başka şeymiş.
– Kuşbaşı galiba, demiş
Bayılırmış etin böylesine
Hele kıvamında pişmişine.
Derken yemek sofraya gelmiş,
Gelmiş ama nasıl?
Kokusunu al, eti arada bul!
Dar boğazlı upuzun bir çömlek içinde
Tam leyleğin gagasına göre
Tilki burnunu burgu etse nafile.
Kısmış kuyruğunu evine dönmüş.
Aç kaldığına mı yansın
Bir kuşa rezil olduğuna mı?
El alemi aldatanlar
Bu masal size:
Bir gün sizi de sokarlar
Kurduğunuz kafese ….
TİLKİ İLE ÜZÜMLER
Çok acıkmış olan bir tilki, gizlice bir bağa girmiş; çok yüksek bir çardaktan sarkan olgunlaşmış üzüm salkımları aklını çelmiş. Bu pek lezzetli ve tatlı salkımlardan bir kaç tane yiyebilmek için var gücüyle sıçramış, zıplamış, ama hiç bir salkıma yetişememiş. Sonunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmış; vazgeçerek kendi kendisine mırıldanmış: “Ne fark eder ki? Bu üzümlerin hepsi de koruk zâten; ekşidir bunlar!”
Elde edemediğimiz bir şeyi kötülemek, çok kolaydır
TİTREK TAVŞAN
Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı, havanın kararmasıyla birlikte, dağılıyordu. Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu. Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi. Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgah altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı. Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla. İşte bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı. Adı Titrek Tavşan’dı. O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu. Fakat çaresizdi. Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda. Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu. Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu. Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerek.Havuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı.
Bir gün Titrek Tavşan ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı.Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı. Çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu.
Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu.Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek, balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan yuvasına geri döndü.
Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan, havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri…Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı. Çünkü, havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan, buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti.Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı.
Titrek Tavşan bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi.Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün yine oda havuç dolu oluyordu.
Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da, tohum atmadığı halde toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra, havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden, odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu.
Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi.Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı, bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi.İşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı.
Titrek Tavşan vefakar martıyı hemen tanıdı. Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu.
Titrek Tavşan birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara götürmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu:
“ Benim adım Titrek Tavşan
Ben pazarda havuç satarım
İşte yanımda şimdi yavrularım
Ben onlarla gurur duyarım
Her gün pazara gideriz biz
Tavşanlara havuç satarız..”
Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu.
Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz.
TOPAL KARINCA
Vakti zamanda karıncalar arasında topal bir karınca varmış. Topallığına karşın gece gündüz demez çalışırmış. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, çok ağır olan bir yiyeceği bulduğu yerden alıp yuvasına taşımaya başlamış. Yolu da uzunmuş. Uzun yolculuk ederken, şura senin bura benim derken, günün o kavurucu sıcaklığı da yerini tatlı tatlı esen serin bir rüzgâra bırakmış. Derken her tarafı çiçeklerle bezenmiş bir su kaynağının başına varmış. Çiçekler nazlı nazlı sallanıp birbirleriyle yarenlik ediyorlarmış.
Topal karınca biraz nefes alıp dinlenmek için, sırtındaki yükü bir karanfil çiçeğinin yanına bırakmış. Biraz dinlenmek için buradan daha iyi yer olmayacağını düşünmüş. Gümüş parıltısında akan suyun içinde baş aşağı akseden güzelliği izlemiş bir zaman. Sonrada yükünün üstüne oturarak dinlenmeye başlamış.
Karanfil çiçeği şöyle boynunu büküp topal karıncaya bakmış, taşıdığı yüke bakmış, hayretler içinde:
-Amma da tuhaf! Diye söylenmiş kendi kendine. O küçücük boyunla bu kadar yükü taşıyorsun demek. Üstelik ayağının biri de topal. Taşıyabildiğin kadarını yüklensen olmaz mı? Demiş.
Topal karınca başını kaldırıp karanfil çiçeğine bakmış. Sonra da kendi kendine:
-Hey gidi dünya, herkesi başka türlü yaratmış. Bak sen benim ile karanfil çiçeğinin arasındaki farka!.. Bu güzelim yerde, şırıl şırıl akan güzelim suyun başında böyle keyif çatmak için ne yapmış acaba? Ya ben bu kadar çetin doğa koşulları ile uğraşıp bir dilim yiyecek için bu kadar çile çekmek için ne günah işledim peki?..
O arada gelincik çiçeği söze karışmış.
-Günah filan işlemedin akıllım, herkesin bir yaşamı var. Senin yaşamında öyle. Bizim ki de böyle. Bizim yaşamımızın iyi olduğunu sanıyorsun, hiçte öyle değil. Her gün korku içinde yaşıyoruz. Gün yok ki yüreğimizi korku sarmasın. Her an ölümle burun burunayız. Ya bir ot oburun dişleri arasında, ya da birinin ayakları altında ezilip gideriz her an. Hiç olmazsa sen kendini koruyabiliyorsun. Senin durumunda olmak için neler vermezdim, demiş.
Topal karınca, gelincik çiçeğine uzun uzun bakmış ilkin. Sonra da kalkıp derede akan soğuk suyu yüzüne çarpıp kana kana içmiş.
-Ohhhh bee! Bu su her şeye değer doğrusu, diyerek geçip gelincik çiçeğinin dallarının dibine oturup yiyecek çıkınını açmış. Çıkınında çıkardığı bir bezi olduğu yere sermiş. Yiyeceklerini bir bir bezin üstüne bıraktıktan sonra, karanfil ve gelincik çiçeğine:
-Buyurun birlikte yemek yiyelim, demiş.
Gelincik çiçeği:
“afiyet olsun biz o işi biraz önce yaptık”, demiş.
Karanfil çiçeği:
“gideceğin yolun daha çok mu,” demiş.
Topal karınca:
-Evet uzak, daha iki günlük yolum var, deyince.
Gelincik çiçeği:
“o zaman bu gece bizim konuğumuz ol, bir iyice yorgunluk atarsın, birlikte dertleşir söyleşiriz.”
Karanfil çiçeği:
“ Evet gelincik doğru söylüyor, bu gece konuğumuz ol. Uzun zamandır kimseler bize konuk olmadı.”
Topal karınca:
“Haklısınız gün boyu durmadan yürüdüm. Yorgunluktan keyfim kaçtı zaten. Elimden olmayarak size karşı kaba bir söz söylediysem bağışlayın. Ben kötü biri değilim aslında.
Gelincik çiçeği:
“biz halden anlarız arkadaş üzülme sen,”
Karanfil çiçeği:
“yok canım hiçte söylediğin gibi değil, kimse kimseye kaba laf söylemedi, keyfine bak sen.”
Topal karınca yemeğini yedikten sonra, yere düşen kırıntıları toplamış, yeşillikler arasında hiçbir çöp bırakmadan her tarafı temizlemiş. Yere serdiği bezi güzelce toplayıp kaldırmış. Geçip derede ellerini bir iyice yıkamış, dişlerini fırçalamış.
Karanfil çiçeği ve gelincik çiçeği, topal karıncanın bu temizliğine hayranlıkla bakmışlar ilkin sonra da kendi aralarında.
Gelincik çiçeği:
“bak görüyor musun yerde tek çöp bırakmadı. Doğayı ve çevreyi temiz tutmaya özen gösteriyor.”
Karanfil çiçeği:
“evet haklısın ama bunu yapmak zorunda. Çevresini temiz tutmayanların hastalıklardan kurtulması olası değil. Sağlıklı yaşamanın birinci kuralı temizlik ve çevreyi korumaktır. Yeşilliği korumaktır.”
Gelincik çiçeği:
“ama birileri her tarafı kirletiyor, hatta daha da ileri giderek yerlere tükürüyorlar, çöplerini rasgele yerlere atıyorlar.”
Karanfil çiçeği:
“haklısın öyle davrananlar o kadar çok ki.”
Gelincik çiçeği:
“Peki bunlara okulda öğretmiyorlar mı? Örneğin yerleri kirletmeyin, çevrenizi temiz tutun, pikniklerde yerleri kirletmeyin, çöplerinizi toplayın, sigara yanıklarını kurumuş otların arasına atmayın demiyorlar mı?”
Karanfil çiçeği:
“Diyorlar demesine diyorlar da, ama anlayan kim, insanın kendisinden olmalı. Geçenlerde bana biri söyledi, yeni okula gidenler okuyan gençler çok akıllıymış biliyor musun? Çevre temizliğine çok önem veriyorlarmış. Birisi yerlere bir şey attı mı hemen onu ikaz ederek çöp bidonlarını gösteriyorlarmış ya!..”
Gelincik çiçeği:
“Çok güzel ya!.. Desene artık kirlilikten kurtulacağız.”
Karanfil çiçeği:
“Evet, birkaç yıla kadar her taraf pırıl pırıl olacak göreceksin.”
Gelincik çiçeği,
“Umarım,”
UYUYAN GÜZEL
Bir zamanlar bir Kral ile Kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine bir ziyafet vermişler. Ziyafetten sonra Kral çevresindeki insanlara baba olmanın kendisini nasıl mutlu ettiğini anlatmış, zira yıllar yılı karısıyla birlikte hep bir çocuk sahibi olmayı beklemiş durmuş. Sonra bebeğin altını değiştirmeyi yeni öğrendiği sıralarda başına gelenleri anlatırken konukların hepsini güldürmüş. Derken konukların bebek Prenses’e hediyelerini verme zamanı gelmiş.
Herkes hediyelerini verdikten sonra sıra on iki periye gelmiş. “Benim Prenses’e hediyem Mutluluk,” demiş birinci peri. Konuklar sevinçle alkışlamışlar, Kral’ın ağzı kulaklarına varmış.
“Benim hediyem Güzellik,” demiş ikinci peki. “Benim hediyem Akıl,” demiş üçüncüsü. Böylece on bir peri hediyelerini tek tek vermişler.
On ikinci peri tam hediyesini vermek üzereymiş ki, bir gökgürültüsüyle sarsılmış bütün saray. Kapılar ardına kadar açılmış, içeriye yaşlı bir kadın girmiş ayaklarını sürüye sürüye. Onu gören herkes korkudan gözlerini kapatmış.
“On üçüncü peri!” diye bağırmışlar hep bir ağızdan.
“Bana davetiye yok mu Kral?” demiş on üçüncü peri korkun sesiyle kapı ağzından.
“Sana davetiye yollamayı unutmuş olmalılar,” demiş Kral kem küm ederek. “Hizmetkârlar! Sofrada hemen bir yer daha açın! Çabuk!” Aslında Kral onu bile bile davet etmemiş, çünkü sarayda periler için sadece on iki altın tabak varmış. O da düşünmüş taşınmış, çareyi birini davet etmemekte bulmuş.
On üçüncü peri minik Prenses’in kundağının yanına gitmiş. Bebek agu deyip minik elini ona doğru uzatmış. Derken peri birden, “Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde parmağına iğ batar batmaz ölmesi,” demiş iğrenç bir kahkaha atarak.
Yine bir gökgürültüsüyle, kötü peri kaybolup gitmiş. Sarayın kapıları gürültüyle kapanmış ardından. Korkunç bir sessizlik kalmış geriye. Sonra Kraliçe ağlamaya başlamış.
On ikinci peri öne atılmış. “Ben hediyemi vermedim daha,” demiş yumuşak bir sesle. “Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması şeklinde değiştirmek olsun o zaman.”
Yıllar geçmiş aradan. Bebek büyümüş, sağlıklı, güzel, mutlu ve akıllı bir genç kız olmuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne kadar iğ varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar güvendeymiş.
Fakat tam da on beşinci yaşına bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca, içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. “Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. “İplik eğiriyorum!” demiş. “Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi.” İği Prenses’e doğru uzatmış.
O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış. Dışarıda, avluda tavuklar gıdaklamayı kesmiş. Prenses’in köpeği, aşçının kedisini kovalamaz olmuş. Çalışma odasında kızının doğum günü davetiyesini yazmakta olan Kral’ın elinden kalem düşmüş. Mutfaktaki ocaklar yanmaz olmuş. Tüm saray uykuya dalmış.
Yıllar yavaş yavaş akıp geçmiş. Saray unutulmuş. Ama olaydan yüz yıl kadar sonra bir gün yakışıklı bir Prens o civardan geçiyormuş. Uzaklarda dikenli çalılarla kaplı bir yer gözüne ilişmiş. Adamları gülerek bu büyülenmiş sarayla içindeki uyuyan güzel hakkında duydukları bir hikâyeyi aktarmışlar ona. ‘Ya doğruysa,’ diye düşünmüş prens ve atını dikenli çalılarla kaplı yola sürmüş.
Önce çalılardan geçilecek hiç yol bulamamış. Çalılar hem çok sıkmış ve hem de üstüne tırmanılamayacak kadar dikenliymiş. Bakmış olacak gibi değil, çekmiş kılıcını ve yolunu açmak için çalıları kesmeye başlamış. Çalılıkları aşan Prens gördüklerine inanamamış. Her yer bir heykel gibi kıpırdamadan duran hayvalar ve insanlarla doluymuş. Sarayın içinde dolaşmış. Güneşle aydınlanan pencerelerde tek bir sinek bile vızıldamıyormuş. Hiç kimse kımıldamıyor, hiç kimse cevap vermiyormuş sorularına.
Derken kapısı yarı açık bir kuleye varmış. İçeri girmiş, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzanan bir merdivenle karşılaşmış. Prens, merdivenlerin bittiği yerde, tepede altına benzer bir şeyin parladığını görür gibi olmuş. Merdivenleri çıkmış ve kendini Prenses’in önünde bulmuş. “Uyuyan Güzel,” demiş fısıltılı bir sesle. Kızın güzelliğine dayanamamış, eğilip dudaklarından öpmüş.
Prens onu öper öpmez Prenses gözlerini açmış. Onun uyanmasıyla birlikte sarayın mutfağında ocak tekrar yanmaya başlamış. Çalışma odasında Kral leinden düşürdüğü kalemi almış ve kızının doğum günü davetiyesini yazmaya devam etmiş. Tavuklar yerdeki buğday tanelerini gagalamaya başlamış.
Kulenin en üst katındaki odada Prenses karşısında Prensi görmüş. Yüz yıldan sonra ilk defa dudaklarında bir tebessüm belirmiş. “Benimle evlenir misin?” diye sormuş Prens fısıltıyla. “Evet!” demiş Prenses ve Prensi öpmüş. Kral bu güzel haberi alınca muazzam bir ziyafet hazırlatmış. Prens ile Prenses evlenmişler ve ömür boyu mutluluk içinde yaşamışlar.
ÜNLÜ FALCI
Günün birinde Keloğlan gurbete çıkmaya karar vermiş. Heybesini hazırlamış, anasıyla helallaşmış, çıkmış yola.
Sırtında torbası, elinde değneğiyle yürümeye başlamış. Evden çok uzaklara gitmiş.
Bir köye yaklaşırken hava iyiden iyiye kararmış. Çalılıkların ardında da bir karaltı belirmiş.
Keloğlan hemen bir ağacın arkasına gizlenip, adamı gözetlemiş. Adam koynundan çıkardığını, oradaki bir çalının dibine gömmüş. Sonrada oradan uzaklaşmış.
Keloğlan bir süre bekledikten sonra oraya varmış. Yerlere dikkatlice bakmış. Adamın kazdığı yeri bulmuş. Toprağı kazmağa başlamış. Biraz kazdıktan sonra gözlerine inanamamış. Çünkü toprağın altında bir torba dolusu altın varmış.
Keloğlan düşünmüş, taşınmış. Bu altının çalıntı olduğuna karar vermiş. Hem onu sahibine vermek, hem de bundan yararlanmak için bir plan kurmuş kendi kendine.
Torbayı başka bir yere gömmüş. Düşmüş yola. Değneğini vura vura yürümüş, yürümüş.
Sonunda köye varmış.
Doğruca köy odasına gitmiş. Kapıyı açıp “Selamünaleyküm ağalar” diyerek içeriye girmiş.
Köylüler bir yabancının geldiğini görünce onunla ilgilenmişler.
Buyur, buyur deyip konuğa yer göstermişler. Eline bir bardak çay verip halini hatırını sormuşlar.
Keloğlana ne iş yaptığını sorduklarında, keloğlan onlara:
-Ben fal bakarım ağalar, demiş. Fal bakaar yitikleri bulur, geleceği okurum.
Bunu duyan köylüler Keloğlana daha saygılı davranmışlar. Köylerine onur verdiğini söyleyerek onu birkaç gün misafir etmeğe karar vermişler.
Hemen önüne büyük bir sini içinde yemek vermişler. Keloğlan buna çok sevinmiş. Çünkü sabahtan beri hiç bir şey yememiş. Karnı açlıktan zil çalıyormuş.
Önüne konan yağı, balı, peyniri, sıcak gözlemeyi indirmiş mideye. Üstüne de okkalı bir kahve içmiş. Bir köşeye serdikleri yatağa uzanmış. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çekmiş.
Ertesi gün, sabah olunca köyden bir kese altının çalındığını söylemişler Keloğlana.
Keloğlan:
-Bir tas içinde su getirin, demiş.
Köylüler hemen bir tas bulup içine de su doldurup Keloğlanın önüne koymuşlar. Keloğlanın ne yapacağını görmek içinde etrafına toplanmışlar. Keloğlanda anlamsız anlamsız mırıldanarak ellerini suya batırmış. Sonra ıslak ellerini yüzüne sürmüş. Bir an düşünür gibi yapmış. Sonra da köylülere altın dolu torbayı gömdüğü yeri tarif etmiş.
Köylüler koşup gitmişler Keloğlanın tarif ettiği yere. Altın torbasını elleriyle koymuş gibi kolayca bulmuşlar.
Bu olay Keloğlan’ın saygınlığını artırmış. Onu yere göğe koymamışlar. Namı da çevre köylere kadar yayılmış.
Günün birinde eşeğini kaybeden bir köylü içinde suya bakmış. Sonra adamı başından savmak için:
-Senin eşeğin ne yerde ne de gökte. Ortaada bir yerde demiş.
Köylü aranıp dururken, eşeğini küçük bir tahta köprüde bulunca sevinç içinde köye dönmüş.
Herkese olanları anlatmış.
Bu olay da Keloğlanın ününe ün katmış. Keloğlanın ünü köyden köye, köyden kasabaya yayılmış. Eşeğini bulan adam bir gün padişahın bulunduğu kente gitmiş. Keloğlan’ın yitik eşeği nasıl bulduğunu anlatınca bu haber padişaha kadar ulaşmış.
Padişah da ne zamandır bir falcı ararmış meğer. Babasının emanet ettiği kılıncın sırrını çözdürmek için. Kılınçın sırrının çözülmesi için o güne dek denemediği falcı, bilgin, büyücü kalmamış. Kılıncın sırrını bir türlü çözememişler.
Padişahın adamları Keloğlanı bulunduğu köyden apar topar aldıkları gibi yaka paça padişahın huzuruna çıkarmışlar. Keloğlan çok korkmuş. Padişahın derdini çözümleyemezse, kellesinin gideceğini biliyormuş. Bu nedenle padişaha “Ben falcı falan değilim” demiş ise de padişah dinlememiş.
Padişah kılıcı Keloğlana göstermiş:
Ben çok küçükken babam bu kılıcı bana verirken, büyüyünce sırrını çözmemi vasiyet etmişti. Ama bugüne kadar bu kılıncın sırrını hiç kimse çözemedi, demiş.
Şimdi, Keloğlan bu sırrı çözecek, padişah da ona “Ne dilersen dile benden” diyecekti. iyi hoş ama, keloğlan bunca bilginin, falcının, büyücünün çözemediği sırrı nasıl çözecekti.
Keloğlan içinde “bir atlarsın çegirme, iki atlarsın çeğirge…” diye söylenmiş.
Padişah Keloğlana bugüne kadar kılıncın sırrını çözmek için ortaya çıkıp da başaramayan kırk kişinin kafasının nasıl vurulduğunu anlatmış. Bu sözleri duyan Keloğlanın korkusu daha da artmış. Bu beladan nasıl kurtulacağını düşünmeye başlamış.
Padişah:
-Sana yarına dek müsaade, demiş. Bu sırrrı çözersen senin için yokluk yok artık. Ama sırrı çözemezsen kel kafan da yok. Bunu iyi bilesin Keloğlan….
Keloğlan bakmış bir kaçamak yol bulamamış. Zamandan kazanmak için padişah’a:
-Bana kırk gün izin verin, kırk gün sonrra bu işi bitmiş bilin demiş.
Padişah:
-Hay hay, demiş. Bu iş için kırk yıldır bekliyorum. Ne yapalım kırk gün daha bekleriz, demiş. Keloğlan’ı bir odaya kapamışlar. Kılıcı önüne koymuşlar. İstediği cevizi, inciri, çuval çuval yığmışlar. Her öğün en güzel yemeklerden getirmişler.
Keloğlan kırk gün kırk gece düşünmüş. kılınçın sırrını çözememiş. Kırkıncı gün sabah erkenden uyanmış. Düşünmeye başlamış ama nafile. Sırrı çözememiş. Kellesi gideceği için öfkelenmiş. Kılıcı eline alarak “Lanet olsun senin altının da elmasın da” diye söylenmiş. Sonra o öfkeyle kılıcı sapından tuttuğu gibi duvara vurmuş. Ama öyle hızlı vurmuş ki kılınç sapından kırılmış. Keloğlan elinde kalan sapa dikkatlice bakmış şaşırmış kalmış.
Çünkü sapın içinde bükülmüş bir kağıt varmış. Kağıdı yırtmadan çıkartmış. Kağıtta bir şeyler yazıyormuş. Ama Keloğlanın okuma yazması olmadığından okuyamamış. Bu sırada verilen kırk günlük mühlet de sona ermiş. Padişahın adamları Keloğlan’ı yaka paça Padişahın huzuruna getirmişler. Keloğlan elindeki kırık kılıncın sapı ile, içinden çıkardığı kağıdı padişaha uzatmış.
Padişah Keloğlanın uzattığı kağıttaki yazılanları okumaya başlamış. Okudukcada şaşkınlığı artmış.
Çünkü kağıttaki yazı babasının yazısı imiş. Oğluna yazdığı mektupta şöyle diyormuş:
“Yiğit şehzadem, saltanatım sana kalacak. Ama çok küçüksün. Bugünlerde ölüp gidersem, ortalıkta kalmandan korkuyorum. Bunun için sana bir hazine sakladım. Gömüldüğü yeri bu kağıtta gösteriyorum. Sen büyüyüp kılıncın sırrını çözünce bu hazine senin olacaktır. Sen de, padişah olmasan bile, bu hazine ile rahat bir yaşam sağlarsın kendine.”
Hemen mektupta belirtilen yere gitmişler. Adamlar topraği kazınca gercekten çok büyük bir hazine bulmuşlar.
Padişah bu işe çok sevinmiş. Hem hazineyi bulduğu için, hemde babasının vasiyetini yerine getirdiği için Keloğlan’a:
-Dile benden ne dilersen? Ne istersen veereceğim, demiş.
O zaman Keloğlan bulunan hazineden ufak bir pay ve padişahın güzel kızını istemiş.
Padişah önce karşı çıkmış bu isteğe. Ama sonra verdiği sözü hatırlamış. Keloğlan ile kızını evlendirmiş. Hazineden de büyük bir pay vermiş. Keloğlan padişahın kızı ile mutlu bir hayat sürmüşler…
Onlar ermiş muradına, biz gidelim diğer masalları okumaya…..
ÜÇ ARKADAŞIN HİKAYESİ
Bugün seni özledim sevgili aynacık. Hemen akşam olsun istedim. Çünkü benim için hazırladığın güzel masalları özlemiştim. Çağırdım çağırdım, gelmedin. Şöyler misin, masallar hep gece olunca mı okunmalı?
Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla…
Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş.
Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış.
Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına.
İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış.
Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş.
Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye.
Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler…
Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi;
– Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş.
Diğeri ibir fikir atmış ortaya:
– Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz.
Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş:
– Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir.
Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına;
– Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var.
Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini.
Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış:
– Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim.
Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar:
– Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur.
Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş:
– Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size.
İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar:
– Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil.
Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler.
Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki…
YAVRU KÖPEK
Son dört aydır bacağına çelik bağ takan küçük çocuk, evinin ön kapısından içeri, kucağında yeni aldığı köpek yavrusuyla girdi. Köpeğin kalçasında bir kemik eksikti ve yavru yere bırakıldığında ciddi biçimde topallıyordu. Çocuğun fiziksel özürlü bir yavru seçmesi anne babasını aşırttı, çünkü çocuk kendi durumundan ümitsizdi. Ama yanında yeni arkadaşıyla umutları canlanmış ve yepyeni bir coşkuyla dolmuştu.
Ertesi gün çocuk ve annesi küçük köpeğe nasıl yardım edebileceklerini öğrenmek için bir veterinere gittiler. Veteriner, çocuğa, eğer her sabah yavru köpeğin bacağına masaj yapar, sonra da onu en az bir mil yürütürse, o zaman kalçasındaki kasların güçleneceğini, yavrunun artık acı çekmeyeceğini ve daha az topallayacağını anlattı.
yavru köpeğin bu durumdan rahatsızlığını inleyerek ve havlayarak belli etmesine ve çocuğun da kendi bacak bağından acı ve zorluk çekmesine karşın, sonraki iki ay boyunca rehabilitasyon programını sabırla sürdürdüler. Üçüncü ay, her sabah okuldan önce üç mil yürüyorlardı ve artık ikisi de yürürken acı duymuyordu.
Bir Cumartesi sabahı çalışmadan dönerlerken çalıların arasından önlerine bir kedi çıktı ve köpeği korkuttu. Tasmasından kurtulan köpek hızla caddeye seğirtti. Hızla gelen bir kamyon köpeğe yaklaşırken çocuk da caddeye fırladı, köpeğini yakalamak istedi, ama yolun kenarına yuvarlandı. Geç kalmıştı. Kamyon köpeğe çarpmıştı, köpeğin ağzından kan geliyordu. Çocuk ölmekte olan köpeğine sarılmış ağlarken kendi bacağındaki bağın çıkmış olduğunu gördü.
Kendisi için üzülecek zamanı yoktu. Hemen ayağa kalktı, köpeğini kucağına aldı ve eve doğru yola koyuldu. Köpek küçük küçük havlayarak çocuğa umut veriyor ve onun heyecan içinde elinden geldiğince hızlı koşmasına neden oluyordu.
Annesi onu ve acı çeken köpeğini hemen hayvan hastanesine götürdü. Anne oğul merak içinde köpeğin ameliyatı atlatıp atlatamayacağını öğrenmek için beklerken çocuk, şimdi nasıl olup da yürüyebildiğini ve koşabildiğini sordu.
Annesi şöyle dedi: ” Sende osteomiyelit vardı. Bu bir kemik hastalığıdır. Bu hastalık bacağını zayıflattı ve sakat bıraktı, bu nedenle de topallıyor ve acı çekiyordun. Bacağındaki bağ destek içindi. Eğer acıya ve saatlerce sürecek tedavilere dayanmaya razı olsaydın, bu geçecekti. İlaçlara iyi cevap verdin, ama fizik tedaviye her zaman karşı koydun. Baban ve ben ne yapacağımızı bilemiyorduk. Doktorlar bize senin bacağını yitirmek üzere olduğunu söylediler. Sonra eve köpek yavrusunu getirdin. Sanki onun gereksinmelerini anlıyor gibiydin. Sen ona yardım ederken aslında büyümek ve güçlenmek için kendine yardım ediyordun.”
Tam bu sırada ameliyathanenin kapısı ağır ağır açıldı. Veteriner yüzünde bir gülümsemeyle dışarı çıktı. ” Köpeğiniz iyileşecek” dedi.
YILDIZ YAĞMURU
Kış, beyaz ağaçlar yaratır topraktan; bazı insanlardan umutsuzluk yaratır, ama bir sevgi iliştirir bu umutsuzluğa, dünyanın en garip çiçeğini yaratır.
Annesi babası ölmüştü kızın, başında bir kukuletası sırtında yırtık bir elbisesi ve tüyleri yağmur yemiş bir paltosu vardı. Böyle bir kızın cebinde olsa olsa bir dilim ekmeği olur ancak, avucunda sıkı sıkı tuttuğu birazcık bozuk parası olur. Ama kış güveni nedense kaybolmamıştır. Kuşlara bakarak ısınmaya çalışır. Titrerken düşünüyordu kız.
-Bahar gelecek günün birinde Kar taneleri yerine tomurcuk yağacak gökten sincaplar ılıklığı yukarı taşıyacak. Kış baharın habercisidir, meleklere mektup yazar, gönderilmesini ister baharın bu arada yeryüzünü oyalar.
Bunları düşünürken yaşlı bir adam çıktı karşısına.
-Param yok, karnım aç, dedi bana para ver biraz, sen küçük bir çocuksun nasılsa doyururlar seni.
Hiç düşünmedi bile kız bütün parasını ihtiyara uzattı. Sanki beyaz bir aslan girmişti şehre, alev yerine kar soluyordu şemsiyesi olanların şemsiyesini, düşleri olanların düşlerini parçalıyordu. Ama umutsuzluğa kapılmadı kız, sokakta bir başına yürüdü.
Bir kadın belirdi yanı başına.
-Güzel çocuk, dedi yiyecek bir şey var mı cebinde? Ağzıma üç gündür lokma koymadım kime başvurduysam geri çevirdi beni…
Bir dilim ekmeği vardı ya, onu yesin zavallı kadın, kendisi bir şey yemeyeli iki gün olmuştu daha.
-Al teyze, dedi, benim karnım tok, daha demin yemek yedim. İnan bana, daha olsaydı daha verirdim.
Sonra küçük bir çocuğa giydirdi paltosunu, gömleğini kendi boyunda bir kıza armağan etti, hava kararmıştı nasıl olsa, kimseler göremezdi kendisini.
Ama o bir kedi yavrusunu gördü; soğuktan sesi bile donmuştu kedinin, bıyıklarında buz tutmuştu miyavlaması. dergiciler görseydi, kış resmi olarak dağların değil onun resmini koyarlardı dergi kapaklarına. Başından çıkardığı kukuletaya sardı kediyi.
Kış,adımlarını yönetir insanların; kürklü olanları tiyatroya götürür, paltolu olanları sinemaya götürür, ceketli olanları evlerine götürür, çıplak olanları korulara götürür.
Derken, kendini bir koruda buldu kız, saçlarının arasına sokup ellerini gökyüzüne baktı. O anda tipi dindi, bulutlar açıldı ve ansızın beliren samanyolundan bir yıldız kaydı, sonra bir yıldız,bir yıldız daha, bütün samanyolu, büyük ayı, küçük ayı, hepsi ayaklarının dibine düştü kızın, sonra çoban yıldızı düştü.
Yeryüzü inanılmaz sevinçler yaratır. Eğilip baktı kız, toprağa değdikçe altın oluyordu yıldızlar.
Artık gelmemek üzere gidiyordu kış yoksulların, kedilerin yanından; güzel yemekler, kalın kumaşlar alınırdı bu altınlarla.
Göğü seven denizcilerin tanıdığı bütün yıldızlar birer birer düştü yere onları gören ay bile çekinmedi havada parçalandı ve dallarına altın birer yaprak olarak kondu ağaçların.
Alışverişi seven sincaplar için işte bir sürü altın.
YOKSUL ODUNCU
Yoksul bir oduncu, ıssız bir ormanın kıyısındaki küçük bir kulübede karısı ve üç kızıyla birlikte oturuyormuş. Bir sabah yine işine giderken karısına demiş ki “Bugün öğle yemeğimi büyük kızla ormana gönder. Çünkü öğleye kadar işimi bitiremeyeceğim. Kız yolunu şaşırmasın diye yanıma bir torba darı alıp yollara serpeceğim.” Güneş ormanın tepesine kadar yükselince, kız bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanlarda, kırlarda uçuşan serçeler, çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanaryalar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişlermiş. Bu yüzden kız yolu bulamamış. Gün batıncaya, gece oluncaya kadar sağ ve esen dolaşıp durmuş. Gecenin karanlıkları içinde ağaçlar uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş. Kızın içine bir korku girmeye başlamış. O sırada uzakta, ağaçların arasında parıldayan bir ışık görmüş. “Orada insanlar olsa gerek. Bunlar beni gece yanlarında misafir ederler” diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş. Çok geçmeden bir evin önüne varmış. Pencerelerinde ışık görünüyormuş. Kız kapıyı çalmış. İçeriden boğuk bir ses “gel” diye bağırmış. Kız evin karanlık taşlığına girmiş. Odanın kapısını vurmuş. Aynı ses “girsene içeri” demiş. Kız kapıyı açtığı zaman saçı sakalı bembeyaz bir adamın masanın başında oturduğunu görmüş. Adam yüzünü iki eliyle kapamışmış. Ak sakalı masanın üzerinden yere kadar uzanıyormuş. Sobanın yanında üç hayvan uzanmış, yatıyormuş: küçük bir horoz, mini bir tavuk, alaca tüylü bir inek.. Kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Geceyi geçirmek için ondan bir yer istemiş. Adam hayvanlara seslenmiş “güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz? ” Hayvanlar hep bir ağızdan “bizce uygun” demişler. Yaşlı adam kıza dönerek “burada her şeyden bol bol var! Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir” demiş. Kız mutfakta ne aradıysa bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş. Doldurduğu tabakları sofraya getirip koymuş. Ak saçlı adamın yanına oturmuş, karnını tıka basa doyurduktan sonra “o kadar yorgunum ki demiş, uzanıp uyuyacağım yatak nerde? ” Hayvanlar seslenmişler “onunla yedin içtin bizleri düşünmedin. Geceyi nerede geçirirsen geçir! Bunun üzerine yaşlı adam “haydi merdivenden yukarı çık. Orada iki yataklı bir oda göreceksin. O yatakları düzelt, beyaz keten çarşaflarını yay. Biraz sonra ben de gelip yatarım” demiş. Kız yukarı çıkmış. Yatakları düzeltip çarşaflarını yaydıktan sonra, yaşlı adamı beklemeden, bunlardan birinin içine girip uzanmış. Bir süre sonra ak saçlı adam gelmiş. Elindeki ışığı kızın yüzüne tutmuş. Başını sallamış. Kızın derin uykuda olduğunu görünce döşemedeki kapağı açmış. Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.
Akşam üstü ortalık kararırken oduncu evine dönmüş. Kendisini bütün gün aç bıraktığı için karısına çıkışmaya başlamış. Kadın “benim suçum yok. Kız yemeği alarak çıkıp gitmişti… Herhalde yolunu şaşırmış olacak..Sabahleyin dönüp gelir.” Oduncu güneş doğmadan kalkmış. Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın getirmesini tembih etmiş: “Yanıma bir torba mercimek alıyorum. Taneleri darınınkinden iridir. Kız bunları daha iyi görür, yolunu şaşırmaz!” Öğle üzeri kız yemeği alıp yola çıkmış. Fakat mercimekler ortada yokmuş. Ormandaki kuşlar bunları da, dünkü gibi, yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam olunca o da yaşlı adamın evine varmış. İçeri alınmış. Yiyecek bir şeyle, yatacak bir yer istemiş. Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş. “Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?” Hayvanlar aynı yanıtı vermişler “bizce uygun” demişler. Bundan sonra her şey bir gün önceki gibi olmuş: Kız güzel yemekler pişirmiş. Yaşlı adamla birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş. Yatacağı yeri sorunca hayvanlar “onunla yedin içtin..Bizleri düşünmedin.. Geceyi nerde geçirirsen geçir!” Kız uykuya dalınca yaşlı adam gelmiş. Kafasını sallayarak kızı seyretmiş. Onu da mahzene indirmiş.
Üçüncü gün sabah oduncu karısına demiş ki bugün bana yemeği küçük kızla gönder! Bu çocuk her zaman usludur, söz dinler. Herhalde dosdoğru yoluna gidecek, öbür haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmayacak!” Fakat annesi bu kızını da göndermek istemiyormuş. “En sevgili yavrumu da mı yitireyim?” demiş. Adam da “merak etme, kız yolunu şaşırmaz! Bu kez bezelye götüreceğim. Yollara serpeceğim. Bunlar mercimekten daha iridirler. Ona yolu gösterirler.” Fakat kız kolunda bir sepetle yola çıktığı zaman kuşlar bezelyeleri yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız nereye gideceğini şaşırmış. Üzüntü içindeymiş. Babasının acıkacağını, yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş. Sonunda ortalık kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Ormandaki evin yanına varmış. Geceyi orada geçirmesini güler yüzle rica etmiş. Ak sakallı adam yine hayvanlara sormuş “güzel tavuk; güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz.?” Onlar da bir ağızdan “bizce uygun” demişler! Bunun üzerine kız, önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş. Tavukla horozun parlak tüylerini okşamış. Alaca ineğin alnını hafif hafif kaşımış. Yaşlı adamın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş. Tasa koymuş. Sofraya getirmiş. Sonra “ben karnımı doyururken bu hayvancıklara hiçbir şey yok mu? Dışarıda her şeyden bol bol var. Önce onlara yiyecek getireyim” demiş. Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak dolusu güzel kokulu saman vermiş: “Afiyetle yiyin sevgili hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim” demiş. Bir kova su getirmiş. Tavukla horoz hemen kovanın kıyısına sıçramışlar, gagalarını suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kaldırmışlar. Böylece su içmeye başlamışlar. Alaca inek de bu sudan kana kana içmiş. Hayvanlar yemlerini yiyince kız, yaşlı adamın yanına giderek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş. Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatları arasına sokmaya başlamışlar. Alaca inek de gözlerini kapamış. Bunun üzerine kız “artık ben de dinlenmeliyim” demiş. Kız merdivenlerden çıkmış, yatağı düzeltmiş, tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince yaşlı adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı ayaklarına kadar uzanıyormuş. Kız ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş, uykuya dalmış. Küçük kız gece yarısına kadar rahat bir uyku uyumuş. Fakat ondan sonra evin içinde bir karışıklık olmuş. Evin köşe bucağından gıcırtılar, çıtırtılar duyuluyormuş. Kapılar kendiliğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın kirişleri yerlerinden fırlayacaklarmış gibi büyük bir gürültü olmuş. Az sonra daha güçlü bir çatırtı duyulmuş. Bu kez de evin damı çöker gibi olmuş. Sonunda her yanı yine sessizlik kaplamış. Keza hiçbir şey olmamış. Yattığı yerden kımıldanmamış, yine uykuya dalmış.
Sabahleyin ortalık aydınlandıktan sonra uyandığı zaman bir de ne görsün? Kendisi büyük bir salonun ortasında yatıyormuş. Kız sanki bir saraydaymış. Duvarlarda yeşil ipekten fon üzerinde altından çiçekler fışkırıyormuş. Yatak fil dişindenmiş. Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanındaki bir sandalyenin üzerinde incilerle işlenmiş bir çift terlik duruyormuş. Kız bunları düşte gördüğünü sanmış. Fakat içeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne gibi buyrukları olduğunu sormuşlar. Kız “gidin, şimdi yataktan kalkacağım, yaşlı adama çorba pişireceğim. Güzel tavukla güzel horoza, alacalı güzel ineğe de yem vereceğim.” Kız yaşlı adamın kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış. Fakat yatakta yaşlı adamın yerine yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem de güzel olduğunu görmüş. Adam uyanmış. Yatakta doğrulmuş “ben bir prensim demiş, kötü bir cadı beni ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı kılığına sokarak ormanda yaşamaya zorlamıştı.Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek kılığında üç uşaktan başka hiç kimse benim yanıma gelemiyordu. Eski durumuma dönmem için yalnızca insanlara değil; hayvanlara da iyilik etmeyi seven, temiz yürekli bir kızın yanıma gelmesi gerekti. İşte bu kız sen oldun. Cadının yaptığı tılsım, bu gece yarısı senin yardımınla bozuldu. Eski orman kulübesi yeniden sarayıma dönüştü.”
Yataktan kalkınca prens üç uşağını kızın ana-babasına yollamış. Onları düğüne çağırmış. Bu sırada kız “ama benim öbür kız kardeşlerim nerede?” diye sormuş. Oğlan yanıt vermiş: “Onları mahzene kilitledim. Sabahleyin ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye, zavallı hayvanları aç bırakmayıncaya kadar bir kömürcüye hizmetçilik edecekler! ”
ZAVALLI ÇOBAN
Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş.
Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş. “ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar.
Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye:
“ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı. Kuru ekmeğe de razıydım…Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında;
“ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş.
Genç kız sesi:
Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..”
Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış:
“ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..”
Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış.